Kasabamızın zaman içinde eriyip köye dönüşmesi hiç iyi olmadı.
Neden mi?
Kasaba doğumlarla değil ölümlerle anılır hale geldi.
Ne zaman bir ölüm gerçekleşse haberi sosyal medya mecralarından öğreniyoruz.
Hep bir ölüm haberi…
Çok acı…
Her ölüm yürekleri dağlıyor, yaşanmışlıkları akıllara getiriyor.
Genç ölümler haliyle daha bir yürekleri dağlıyor.
Hele bu genç ölen, senin çocukluk arkadaşınsa, aynı sınıfta okumuşsan, birlikte gülüp birlikte ağlamışsan, yol yoldaşlığı yapmışsan… Acıttığı yüreği siz düşünün.
Haber verildiğinde inanamadım.
Yakıştıramadım ölümü!
Neden?
Niçin?
Hayır!
Olamaz!
İnanmıyorum!
Pandemi döneminde ne çok acı yaşadık.
Ne çok kişiyi toprağa verdik.
Öldük, hep öldük…
Aliler erken ölüyorlar.
Annem iki Ali toprağa vermiş. Üçüncüyü doğurmuş…
O da yaşamadı.
Pandemide sonsuzluğa uğurlandık.
Ve arkadaşım Ali!
O da Alilerin peşine takıldı.
Genç yaşta aramızdan ayrıldı, sonsuzluğa göç edip gitti.
Ali, benim gibi bir dağ köyünde doğdu. Öğretmen olmak için ne mücadeleler verdi.
Üniversite sınavına bir kez daha hazırlanıp, şansını denemek istemişti.
Ama köy yerinde yıl boyunca üniversite sınavına hazırlanmak boş iş olarak görülürdü. Liseyi bitiren birisi ya köyde bir işin ucundan tutmalı ya da şehre çalışmaya gitmeliydi.
Yoktu öyle saatlerce çalışma masasının başında ders çalışmak!
Babası Ali’ye:
“Ben adamı boş oturtmam. Ya adam gibi tarlada, bağda, bahçede çalışırsın ya da köyden defolup gidersin.” demişti.
Babasının bu sözlerine içerleyen Ali, evi terk etti. Arkadaşının evine sığındı.
Bir hafta eve uğramadı… Neyse ki iş tatlıya bağlandı. Eve geri döndü.
Pes etmedi, bir yıl düzenli ders çalıştı.
Üniversite sınavına girdi ve İzzet Baysal Üniversitesi Eğitim Fakültesi Özel Eğitim Öğretmenliğini kazandı.
Zoru başarmıştı.
Ama üniversiteyi kazanmasına kazanmıştı da okumak kolay olmadı.
Ülke meselelerine ilgisi nedeniyle okuldan uzaklaştırıldı. Cezaevine girdi, çıktı.
Nihayetinde okulu bitirdi, öğretmen oldu.
Devlet okulunda öğretmenlik yapıyordu.
Onca zor koşullarda var olma mücadelesi verdi. Tam işler yoluna girdi, rahat edeceğim dediği bir anda ölüm çaldı kapısını…
Okulda kalp krizi geçirmişti. Hastaneye kaldırmışlar.
Kalbi durmuş yirmi dakika, çalıştırmışlar…
Entübe olmuş. Kendine gelmiş, konuşmuş, tekrar kalp krizi geçirmiş.
Tüm müdahaleler Ali’yi geriye getirmeye yetmemiş.
En çok yaşamı hak edenlerdendi.
Yaşamalıydı. Hem de en güzel şekilde…
Çin, Rus devlet başkanları insanın yüz elli yıl yaşayabileceğini konuşa dursunlar… Elli yıllık ömür bize reva görülen.
Ne çok insan öldü kırklarda, ellilerde…
Olgunluk yaşı elli… Yetmişin, seksenin derdi ne… Hatta doksanın…
Japonların çoğu yüzün üstünde ömür sürüyor…
Ah ne desek boş!
Ateş düştüğü yeri yakar.
Acı yüreği dağlar.
Ne bileyim, doğanın kanunu desek de ölümü kabullenmek çok zor.
Sanki hiç ölmemiş, karşımda duruyormuş gibi…
Yaşadıklarımız aklıma geliyor. Gözyaşı döküyorum.
Ali öldü!
Yakışmadı ölüm!
Kıymetini bilmek gerek yaşamanın. Hem de delirircesine…
Biliyorum, Aliler geri gelmeyecek…
Yoklukları her daim hissedilecek…
“Yakışmadı Ölüm!” diyerek…