18.10.2014 16:57:37

Mehmet Doksanbir

 Türkiye’de üniversite olgusundan bahsetmek aslında iç içe geçmiş birçok problemden bahsetmek demek. Ülkemiz tarihi göz önüne alındığında bir zamanlar ütopya olan; ama şimdilerde sıradanlaşan üniversite, geçen yıllara nazaran üzerindeki handikapları çözme çabası içerisinde olmaktan ziyade, her geçen gün arttırmaya devam ediyor. Devlet politikaları, hükümetlerin siyasi politikaları, halkın bakışı, gençliğin üniversite tasavvuru, hepsi çözülmeyi bekleyen bir problem olarak karşımızda duruyor. Üniversite problemine paralel olarak eğitim sistemi problemi, eğitim sistemi içerisinde yine üniversite ile doğrudan ilişkili öğretmen yetiştirme sistemi, üniversiteye giriş sistemi, lise çeşitliliği problemi, ülkemizin kültürel farklılıklarına çözüm üretilememesi, kozmopolit yapıya uygun bir sistemin geliştirilememesi problemleri, dünyadaki eğitim devrimlerine rağmen varlığını devam ettiriyor ülkemizde.
Bahsetmeye çalışacağımız durum girift bir yapı arz ediyor. Birbirine doğrudan ya da dolaylı bağlı, ancak çözümün aslına bakılırsa tek elden sağlanabileceği problemler.
Aslıda cevabını aradığımız soru üniversite ne işe yarar? Bu soruya verdiğimiz cevap başlıktaki üniversal kapsamında. Hepimiz, genel algı olarak üniversiteye iş-para-geçim paralelinde bakıyoruz-bakıyorduk. Bakıyorduk çünkü artık üniversite fenomeninin algı dünyamızda “artistik bir rol”e bürünmesi ile sadece “gidilen bir yer” olarak bakıyoruz. Yani iş ve para da hüviyetini yitirmeye başlamış durumda. Bizi buna sürükleyen nedenler yok değil aslında. Evet, insan hayatını devam ettirmek zorundadır. Bunun için paraya ihtiyacı vardır ve para kazanmak içinde iş sahibi olmalıdır. Soru bir; iş sahibi olmanın yolu üniversiteden mi geçer? Ve soru iki; üniversite iş sahibi yapar mı? Ve soru üç; istediğimiz işi yapmak için mi üniversiteye gidiyoruz.
Üniversite kavramının ve akademi kavramının ortaya çakışını kısaca göz atan birinin ilk fark edeceği şey bu olgunun gönüllü bir çabanı ürünü olduğu. İster Aristo’dan Eflatun’dan alalım, isterse İtalya’da üniversite kavramının teşekkülüne öncülük eden hukuk tahsil gönüllülerinden, nihayetinde vardığımız nokta üniversitenin ortaya çıkışının bireyin kendi istediği bir alanda yetkin konuma ulaşması için oluşturulan bir yapı.
Tarihi serüveni içerinde üniversite , “yüksek eğitim ya da öğretim” kapsamında hep ihtisasın, gelişmenin, yetkinliğin kapısını aralayan ve bu serüven içerisinde “kurumlaşan” olgunun adı. Kurumsallaşan bu yapının zaman içerisinde kaybettiği en büyük değer, gönüllü bir çabanın ürünü olmaktan ve kişilerin kendi istedikleri alanda ihtisas yapmaktan uzaklaşmış olmaları. Elbette bu gerçeği Türkiye için dile getiriyoruz.
Sorunlar bir dize. İlkokul, ortaokul ve lise eğitimi; bu kademeler arasında geçiş sistemleri, bu kademelerde okutulan dersler ve müfredatları ve nihayetinde üniversiteye giriş sistemi ve üniversite eğitimi. Hepsine verilecek yanıtın ortak sorusu; “Üniversiteye giriş sınavlarında birinci olan öğrenciler nerde?”. Dünya çapında üniversitelerimizin olmayışı ve üniversite eğitiminin dünya standartlarını yakalayamayışının nedenlerini de irdeliyor aslında bu sorular. Bizce bütün bunların temelinde yatan en önemli şey bireyi tanıma ya da bireyin kendini tanımasını sağlama ya da bireyin kendini tanımasının önündeki engelleri kaldırma. Bunu gerçekleştirdiğimizde ve doğru yönlendirmeleri yaptığımızda aslında sorunun önemli bir kısmını çözmüş oluyoruz. Öteki taraftan sınav sistemleri, dersler ve içerikleri ile ilgili sıkıntıların birçoğu varlığını hala devam ettirir. Ancak bu döngüye tepeden baktığımızda aslında ilk adımı atarak bütün sorunu çözebileceğimizi söyleyebiliriz.
Üniversite kavramı eğitim ile ilgili olduğundan doğrudan eğitim sistemi, eğitimin haletülmelali ile ilgilidir. Eğitim ve sağlık karşılaştırması yaparsak; bu gün ülkemizde sağlık sektöründe ciddi bir devrim gerçekleşmektedir. 
Yıllar öncesine nazaran birçok problem halledilmiş ve sağlık sektörü birçok nokrada dünya standartları yakalamıştır. Hatta birçok açıdan dünya standartlarının önüne bile geçilmiştir. Sağlık sektöründeki ilerlemenin, hastanelere, eczanelere getirilen sistemlerin, tedavide ve tedavi sürecindeki ilerlemelerin arka planında yatan gerçeklik aslında eğitimdir. Malum ki Türkiye’de en revaç bölüm tıptır ve tıp fakültesi öyle herkesi elini kolunu sallayarak girebileceği bir fakülte değil. Aynı zamanda yüzde yüz öğrenmenin gerçekleştirildiği, gerçekleştirilmesi gerektiği tek fakülte. Mezun olma şartlarını ağır olması, ihtisasının meşakkatli olması ve ciddi zihin gücü istemesi doğrudan sektöre yansıyor. Klasik manada zekâ seviyesi ileri düzeyde insanların seçtiği bir meslek, doktorluk ve kendi içerisinde kaliteyi, niteliği muhafaza edebiliyor. Bu liyakatin direk sektöre yansıması ise ortaya ciddi bir sistem işleyişini çıkartıyor. Yani doktor olmak için girilen fakültenin seçme öğrenci alması ve aldığı her öğrenciyi öyle böyle mezun etmeyip tam liyakate ulaşınca mezun etmesi, aynı zamanda mezun edilen doktorun direk sistem içerisinde etkin halde değil de, liyakat ve yeterlilikleri ölçülerek kademesinin ilerlemesi sağlık sektörünü zirveye taşıyor. Bu “deha” kendi sistemini oluşturabiliyor. Öteki taraftan bakıldığında eğitim için aynı şeyi söyleyemiyoruz. Sadece basit bir örnek; Türkiye siyasi tarihinde kaç tane sağlıkçı olmayan sağlık bakanı var ve kaç tane eğitimci olan milli eğitim bakanı var? Cevap her şeyi açıklıyor.
Yukarda klasik zeka kavramını kullandık. Bu anlayış literal olarak yıkıldı ancak pratik olarak hale devam ediyor. Kaba sözel- sayısal mantığı ile oluşturulan zekâ anlayışının artık hiçbir hüviyeti yok. Bu anlayışın direk sisteme yansıması çözüm için büyük önem arz ediyor. Başta söylediğimiz bireyin-öğrencinin tanınması ve yönlendirilmesi aslında buradan geçiyor. Howard Gardner’ın çoklu zeka kuramı yada mesleki gelişim kurumları merkeze alınarak daha temelden bireyin tanınması, kendini tanımasının sağlanması ve doğru yönlendirilmesi sistemdeki çatlağı giderecektir. Nasıl bugün tıpçı olmak belli sabit ve belirleyici kriterlere tabi ise bütün meslek dalları içinde aynı olmalıdır. Eğitimci olacak kişi içinde sabit, etkili ve belirleyici kriterler oluşturularak bu kriterlere uyanlar eğitimci yapılmalıdır. Daha ilköğretim çağından itibaren bu sistem ile bireyler tanınıp yönlendirildiğinde kısa sürede işin başına geçecek olan gönüllü ve liyakatli kişiler kendi içerisinde bulunmuş oldukları sistemin eksiklerini giderecek ve sistemin mütekâmil teşekkülüne öncülük edeceklerdir.
 Formül şu; tanı, yönlerdir, seç=kalite
Yaptığımız bu alıntı aslında birçok şeyi anlatıyor;
Dünyanın birçok ülkesinde üniversitelere öğrenci alımları çeşitli kriterlere göre yapılıyor. Öğrencilerin kişisel nitelikleri ve yetenekleri ölçmeye çalışılıyor. Amaç öğrencinin doğru bölümlere yerleştirilmesini sağlamak! Ancak son yıllarda üniversiteler kendi içlerinde esnekleşerek öğrencinin bölüm ve alan değişikliği yapmasına olanak tanıyor. Bu da öğrencilerin kendi ilgi ve yeteneklerine göre seçimler yapmasına ve ülkenin insan kaynağını doğru yönlendirmesine olanak sağlıyor.
Avrupa’da genel olarak üniversiteler öğrencilerini sınavsız kabul ediyorlar. Öğrenciler, ortaöğretimde elde ettikleri beceri ve kazanımlara göre üniversitelere yerleştiriliyorlar. Almanya’da lise eğitimi üniversiteye yerleşmek için önemli bir koşul, yani lise eğitiminde ki başarı hangi üniversitenin hangi bölümünde okuyacağınıza karar veriyor. Ancak son yıllarda Almanya, özellikle meslek okullarından başlayarak sınavlar koymaya başladı.
Avrupa ülkelerinin birçoğunda lise yeterlilik sınavları uygulanıyor. Bu sınavlar, hem liseleri değerlendirmekte hem de üniversitelere yerleşmede kullanılıyor.
İngiltere’de sistem, öğrencinin lisede seçtiği derslerdeki başarısına göre işliyor. Öğrenciler, lisede kendilerine göre dersler seçiyor ve bu derslerdeki başarısına göre üniversiteye yerleştiriliyorlar. Örneğin öğrenci matematik, fizik, kimya seçtiyse; bu derslerdeki başarısına göre üniversitelerin bu derslerle öğrenci alan bölümlerine gidiyorlar.
ABD’de üniversitelere giriş kriterleri birden fazla... Öğrencinin lise başarısı, referans mektupları, elde ettiği başarılar ve en önemlisi SAT başarısıdır. SAT, merkezi bir sınavdır. Öğrenciler bu sınava, yıl içinde birden fazla katılabilirler. Elde ettikleri en yüksek skoru kullanırlar. Bazı bölümler için sadece SAT-1 gerekirken, bazı bölümler SAT-2 testini almasını isterler. SAT-1 de öğrencilere matematik ve dil sorulurken, SAT-2 de öğrenciler fen ve sosyal bilimler de soruluyor. Üniversitelere yerleştirmede bu iki sınav, önemli kriterlerdir.(http://www.ntvmsnbc.com/id/25057171-- Türkiye'de ve dünyada üniversiteye giriş nasıl? Ve ayrıca  Günay, D. & Gür, B. S. (2009, Nisan). Dünyada üniversiteye giriş sistemleri ve ÖSS. Türkiye’nin 2023 Vizyonunda Üniversiteye Giriş Sistemi Kongresinde sunulan bildiri, Atılım Üniversitesi, Ankara)
Kabaca değerlendirecek olursak, aşağı- yukarı her ülke kendi yöntemlerini geliştirmiş ve birçok noktada benzerlik arz eden ama kendi içinde kültürel, ekonomik ve diğer birçok etmeni dikkate alan bir sistem geliştirmiştir. Yani kişinin önüne on sekiz yaşına geldiğinde yirmi beş haneli bir seçim listesi koymuyorlar. İnsanların idealleri, beklentileri, kabiliyetleri belirleniyor, ölçülüyor, biliniyor ve bütün bunlar paralelinde iş sahibi oluyor, birey. Yani, önemli olan insanların kendi istedikleri, yeteneklerinin elverdiği işleri yapmalarıdır. Mecbur kaldıkları, saçma bir tercihle okumak zorunda oldukları üniversite diploması ile girebilecekleri bir işi değil; benliklerine uygun olan, şahsiyetleri ile örtüşen işi yapmaları. Bir ülkeyi, milleti, devleti kalkındıran, yücelten, büyüten, ilerleten budur. Herkes kendi yeteneğini inkişaf ettirdiğinde ortada sorun kalacak mıdır?
Ülkemizde bunun yapılmadığını yapılan araştırmalardaki “iş doyumu” verileri ispatlıyor. İş, insanın varlığını sürdürebilmesi, toplumda saygın bir yer edinebilmesi ve
daha iyi yaşam koşullarına sahip olabilmesi için gerekli olan araçlara ulaşmasını sağlayan en önemli etkinlik olarak görülmektedir. İş aynı zamanda kişinin yeteneklerini
sergileyerek ürettiklerinden doyum sağlamasına da yol açmaktadır. Bu bağlamda insanların ne düşündükleri, ne yaptıkları ve ne/nasıl hissettikleri yaşadıkları sosyal
ortamla doğrudan ilişkili olmaktadır. Genel olarak bir toplumun daha sağlıklı, mutlu ve üretken olması tüm çalışanların üst düzeyde doyum sağlamalarıyla doğrudan ilişkilidir (Akşit Aşık, 2010).Locke , iş doyumunu, bir kişinin işini ya da işle ilgili yaşantısını değerlendirmesi sonucunda ulaştığı memnuniyet verici ya da olumlu bir durum olarak tanımlamaktadır.(YYÜ Eğitim Fakültesi Dergisi (YYU Journal Of Education Faculty), 2013, Cilt:X, Sayı:I, 142-167,http://efdergi.yyu.edu.trÖĞRETMENLERİN İŞ 
DOYUMU DÜZEYLERİ-İdris ŞAHİN)
Ayrıca, iş doyumu, çalışanın işini yapması karşılığı duyduğu manevi hazdır. Doğal olarak iş doyumunun, işin özellikleriyle çalışanın isteklerinin birbirine uyduğunda gerçekleştiğini ifade edebiliriz. Çalışanın işine karşı duyduğu olumsuz tavırlar da, iş doyumsuzluğuna neden olacaktır. İş doyumu, iş hakkındaki olumlu ve olumsuz duygu ve tutumlarla ilgilidir; işle ilgili pek çok faktöre bağlıdır. Bireysel özellikler de iş doyumunu etkileyebilirler. Motivasyonun ve işle ilgili isteklerin/beklentilerin yüksek olması da işe yönelik tutumları etkilemektedir.(Sosyal Bilimler Dergisi, 4(2), Aralık 2007  BİREYSEL 
DEMOGRAFİK DEĞİŞKENLERİN İŞ DOYUMU İLE İLİŞKİSİNİN FİNANS SEKTÖRÜNDE İNCELENMESİ, Atilla Yelboğa)
Buradan kolaylıkla çıkarabiliriz ki, kişi istediği, başarılı olduğu, karakterine uygun olan işi yaptığında her açıdan sonuç mükemmel olmaktadır.
Aslında bir döngüden bahsediyoruz. Bireyi tanıdığımızda, ya da bireyin kendini tanımasını sağladığımızda iş seçimi, meslek doyumu istenen kalitede ve nitelikte olacak; insanlar kendi karakterlerine, yaşamlarına uygun mesleği seçebileceklerdir. Bunu sağlayacak olanlar ise öğretmenlerdir. Bu noktada en başından alırsak, üniversiteye girişin meslek seçiminin iyi yapılamaması paralelinde üniversitenin birey üzerindeki etkisi had safa da düşecek ve dolayısıyla üniversitenin eğitim fakültesinden mezun bir öğretmen için öğretmenlik yapmak mecburiyeti doğacaktır. Ancak mezun olan kişinin öğretmenlik mesleğinin donanımına sahipliği, bu mesleğe uygun karakterinin olup olmayışı kıstas olmadığından, adayın önüne konulan sınavın neticesinde, kendini tanımayan, öğretmenliğe sade basit bir tercih neticesi gelen, bu meslekle ilgili ideali, kabiliyeti ölçülmemiş kişilerin yetiştirdikleri öğrencilerde aynı şekilde meslek seçimlerinde ciddi sıkıntılar yaşayacaklardır. Çünkü öğretmen kendini tanımıyor. Kendini tanımayan birey başkasını nasıl yönlendire bilir? Kendini gerçekleştirme yolunda emin adımlar atamayan kişi başka biri için ne kadar destekçi olabilir ki?
 Neticede döngü kısır bir döngü halini almakta ve niteliksizlik kendini idame ettirmektedir. Aslında hani o meşhur atasözünde olduğu gibi bir çivi ile işe başlamalıyız. O çivi nalı, nal atı, at savaşçıyı, savaşçı orduyu, ordu ülkeyi kurtarır.
MEHMET DOKSANBİR
 

TÜM YAZARLAR

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.