28.09.2015 11:22:45

İlhan Beyazal

 Yer kürede zaman olgusunun ortaya çıkışından itibaren, sona doğru bir süreç işlemeye başlamıştır. İnsanlık bu sürecin takipçisi ve analizcisi olarak ve aynı zamanda bu sürecin içerisinde bir oyuncu olarak varlığını idame ettirmiştir. İnsanlık bu zaman bilinci içerisinde varlıklarını korumaya devam ederken doğanın acımasız koşullarına hem adapte olmuşlar hem de doğanın üzerlerindeki etkilerini ehlileştirme adına, varlıklarını tehlikede hissetmelerinden ötürü, tabiatlarının getirmiş olduğu korunma güdüsü ile birçok sistemsel yapılar oluşturmuşlardır.

İnsanın doğası gereği korunma güdüsü ve kendini güvende hissetme tavrı beraberinde birçok toplumsal ve sosyolojik kavramları doğurmuştur. Güvenlik kaygısı, toplu ve sistemli yaşama bilinci ve bütün bunların doğal sonucu olan devlet kavramını ortaya çıkarmıştır.
Devletler ve beraberinde oluşan  sistemler, devletlerin varlık unsurları olan milletler ve milletlerin  karakteristik yapılarını şekillendiren kültürel, sosyal, dini kavramlar tarih sarmalının en belirgin  unsurlarıdır.
Yer kürenin sona doğru olan bu yolculuğunda zamanın içerisinde oluşan tarih, devletlerin ve oluşturdukları sistemlerin bir ürünü olarak karşımızda durmaktadır. İşte tam bu noktada tarih kavramını oluşturan unsurların son bulmasına yönelik ortaya konan tezlerin irdelenmesi bu konuya daha farklı bir perspektif kazandıracağı kanaatindeyim.
Bu bağlamda “1989 yılının yaz aylarında ABD Dışişleri Bakanlığı’nda görevli Francis Fukuyama adlı siyasi bir gözlemci, muhafazakar yayın organı “The National İnterest” “tarihin sonu” başlıklı bir makale yayımladı. Makale kapsayıcı ve bir bakıma da şaşırtıcı bir iddiada bulunuyordu: Doğu Avrupa ve Sovyetler birliğinde meydana gelen olaylar sadece sosyalizmi hayata geçirme yönündeki özel bir çabanın bozgununu ve hatta sosyalist düşüncenin çöküşünü göstermiyordu. Bu ikisinin de ötesinde, yaşananlar insanlığın sosyal ve siyasal evriminin bitişini, yani tarihin sonunu işaret ediyordu”.
 “Tarihin Sonu” yaklaşımının, insanlığın sosyal ve siyasal evriminin bitişi ile başladığının vurgusunu yapan Fukuyama insanlığın bu sosyal ve siyasal evrimlerini farklı bir düzlem üzerine inşa etmiş olacak ki, bu tezi ile tarihin sonunu getirmiş bulunmaktadır.
Mevcut herhangi bir ekonomik veyahut siyasal bir sistemin konjonktürel şartlar ve siyasal manipülasyonlardan ötürü çökmesi tarihin bütünlüğü içerisinde ele alınmalı ve bu yönde bir takım eleştirilerde bulunulmalıdır. Bu hususlar çerçevesinde insanlığın tarihsel sürecinin devamlılığını oluşturan unsurların, insanın kolektif bir varlık olarak toplu bir yaşam modeli ile hayatını idame ettirme arzusundan kaynaklanmaktadır.
Francis Fukuyama’nın “tarihin sonu” başlıklı makalesini yazmasından ve insanlığın toplumsal ve siyasal evriminin sona erdiğini ilan etmesinden bu yana yirmi yıl geçti. Bu yirmi yıl boyunca yaşananlar, liberalizmin savunucularını da kapsayan geniş bir düşünce yelpazesinde yer alan herkese en azından tarihin sona ermediğini, insanlığın eşitlik ve adalet arayışının tükenmediğini göstermiş olmalı.
Ve bugün gelinen noktada Francis Fukuyama’nın gelişen siyasal ve ekonomik gelişmeler ışığında ortaya koyduğu ve “Foreign Affairs” dergisinde yayınlanan “tarihin geleceği” isimli yeni makalesi ile 20 yıl önce mutlak zaferini ilan ettiği, kapitalizme bağlı demokrasinin karşılaştığı sorunları ele alıp kendi çözüm reçetesini önerdi.
“Ekonomik büyüme, sosyal değişim ve liberal demokratik ideolojinin hegemonyası arasında doğrudan bağlantılara” dikkat çeken Fukuyama;
“Siyasette demokratik politikaların üstünlüğü ve halkın çıkarlarının üstünde durulmalı. Ekonomide kapitalizm reddedilmemeli ama var olan yapıya kuvvetli bir eleştiri getirilmeli ve hükümetlerin toplumlarına destek olma becerisi artmalı” diyor ve devam ediyor;
“Gelişmiş dünyanın orta sınıfları önceki kuşağın refah hikayelerinden büyülenip, çıkarlarının daha özgür piyasalar ve etkileri azalmış ulus devletlerle gerçekleşeceğine inandığı sürece, kitleler harekete geçmeyecek”. Diyerek yaklaşımını ortaya koyuyor.
Fukuyama’nın önemle üzerinde durduğu nokta yani ekonomi ve siyaset kavramı, insanlığın tarihsel bilincinin temelini oluşturan iki önemli olgu… Ve süreç gösteriyor ki tarihin gelecek dönemlerinde bu iki kavram önemini kaybetmeden devam edecektir.
Ancak Fukuyama,kapitalizmin, komünizm üzerindeki zaferi ve liberal demokrasinin yer kürede tek hegemon sistem olduğu yorumunun; ve buna gelinen süreçlerin temellerinde yatan, bireylerin fıtratsal arzuları ve ihtiyaçları üzerine kurgulandığı yani güvenlik, adalet ve sosyal eşitlik isteklerinin göz önüne yeterince alınmadığı bir yaklaşım izlemiştir. Ve bu yaklaşımların ne denli somut yaklaşımlar olduğunu bugün gelinen noktada, Irak ve Afganistan işgali, küresel kriz ve ardından gelişen wall street i işgal et gösterileri, Avrupa borç krizi ,Tunus da başlayıp bütün kuzey Afrikayı ve orta doğuyu tehdit eden halk ayaklanmaları; bütün bu sosyo ekonomik ve sosyo politik gelişmelerin temelinde yatan unsurların yukarıda belirtilmiş olan hususlara dayandığı açıktır.
Sonuç olarak, fukuyama tarihin bitmemesini ideolojilere ve rejimlere fatura etmiştir. Ancak toplumsal ve siyasal yapıların, ideolojilerden ve rejimlerden beklentilerinin temelinde yatan ve sorunun merkezi yönünü ortaya koyma noktasında yani; insanlığın fıtratsal ihtiyaçlarının temelinde gelişen sosyo-politik ve sosyo-ekonomik süreçlerin önemini yeterince idrak edememiş ya da etmek istememiş olması yatmaktadır. Bu yaklaşımların hiçbiri; insanlığın fıtratının gereksinimlerini tamamı ile karşılamadığı müddetçe anlamlı ve geçerli olmayacaktır.
Ve son olarak Heraklitos un “aynı nehirde iki kez yıkanmaz”… önermesi bu konuya son noktayı koymaktadır.

TÜM YAZARLAR

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.