29.04.2024 08:00:00

Mehmet ERDİL

 

KONCOLOS -BİR HİTİT MASALI
 
Göz kapaklarını usulca açtığında başını oynatmadan gözlerini göz yuvaları içinde çevirerek etrafı süzdü, Başının üzerinde sükünetli ulu ağaçların gölgelediği yemyeşil geniş bir kubbe gördü, başını yerden kaldırdığında; 
“Neredeyim ben? burası neresi? uyumuş kalmış mıyım ?  bayılmışta ayılmış mıyım, yoksa  rüyada mıyım..!

 
Üst üste cevapsız sorular zihninde dönüp durdu.


Doğrulduğu yerden yavaş bir şekilde kalkmaya yeltendi, elleriyle yüzünü vücudunu kollarını ve ayaklarını kontrol ederek bir problemin olmadığını anladı.  
Tedirginlik ifadesi yüzünün her yanına yayılmıştı, göz bebeklerinin iriliği ile ağzının açık kalması elinde değildi.


Bir yandan ormanın kışkırtıcı güzelliği karşısında kollarını açarak mis gibi havayı
içineçekmekistiyor,Diğeryandanderinbirsessizliğin  karamsarlığıyla  içinden;”
kimse yok mu..” diye bağırmaya hazırlanıyordu. Yüzünü avuçlarının arasına alarak gözlerini oğuştur maya saçlarını karıştırmaya başladı;


“Acele etmeyeyim, bir kafamı toparlayayım, etrafı bir kolaçan edeyim” Dedi. “Ne kadar tuhaf! böyle bir ormanı hayatımda hiç görmediğim gibi masallarda bile okumadım, yeşili bir başka yeşil, daha önce böyle bir tonda yeşil hiç görmedim, ağaçlar bile bir garip” Diye içinden geçirdi.

 
Gökyüzü neredeyse görünmüyor fakat ortalık çok tenha ve aydınlıktı, Halbuki ormanın sakinleri olmalı ve en azından kuş böcek sesleri duyulmalıydı. yüksek ağaçların dal ve yaprakları arasından göz kırparak gökyüzün’den sızan parıltılar; orman içini Berrak bir yeşil’e boyamak için sanki havada peş peşe sallanan bir ressamın fırça izlerini taşıyan  tual gibiydi.


Etrafındaki nesnelere dokunuyor, uzun uzun ve şaşkınlıkla bakınıyor ve gittikçe merakı artıyordu. Ağaçların uzun ve nazik bedenleri sanki özenle ayrı ayrı yıkanmış, temizlenmiş, hatta cilalanmış ve kalem gibi biçim verilmiş ve sonrada toprağın üzerine bırakılmış incecik yeşil bir hava zarı ile sarmalanarak paketlenmiş  gibi bir görüntü arzediyordu.  

Yaprakların canlı tondaki renkleri ve binbir farklı desenli oluşları ile büyük bir tablo üstünde seyircisine göz kırpan resim misali büyülüyordu.


Ne kadar bir zaman geçtiğini hesap etmeye çalıştı, Attığı her adımda yerdeki kurumuş çöplerin çıkardığı haşırtıdan başka hiçbir şey duymuyordu.  

Gözünü açtığı yerden itibaren o noktanın merkezinde genişçe bir daire çizerek aşağı doğru biraz meyilli olan bu yerde yavaş yavaş ve bakınarak gezintisini bitirmiş, Birkaç arşın ilerdeki toprağa yaslanmış duvar gibi duran yekpare kaya’ya kadar o ilk uyandığı noktaya gelen ne bir yol, ne patika ve nede bir emare olabilecek iz arasa’da bulamamıştı. Fakat yine de dönüp durdu. Beklemek bir çare miydi? Hem ne zamana kadar beklemeliydi? Aynı işlemi bir kez daha yaptı, Belki gözden kaçırdığım bir ayrıntı vardır düşüncesiyle üçüncü kez yapmaya koyuldu, Birden irkilmesiyle uğultuyu duyması aynı anda oldu. Olduğu yerde heykel gibi donarak  uğultunun geldiği yöne kulak kesildi.
Ses gittikçe çoğalıyordu,  Bir çeviklikle kenara sindi. Pür dikkat ormanın derinliğinden yaklaşan bu gürültüyü takibe başladı, Hala kendisinin kim, Burasının neresi olduğu konusunda bir fikri olmamıştı, İçinden kendi kendine aynı nakaratı söylenmeye başladı;

 
-Ben galiba rüyadayım! Bıraksam da tadını mı çıkarsam yoksa! Dedi. Böyle düşünerek korkusunu bastırdığının farkındaydı. 


Gürültünün, yüzlerce atlıya dönüşmüş olarak dört nala gelmekte olduklarını gördüğünde ürktü ve korkmaya başladı, heyecanı büsbütün arttı. Bulunduğu yer Atlıların geçeceği istikametin  birkaç arşın yukarısında hakim bir yükselti idi ve fark edilmesi ihtimal olmasına rağmen az ilerideki genişçe  gövdeli ağacı seçti ve ona yapışıp  izlemeye koyuldu.


Ağaçtan müthiş güzel bir koku geliyordu, Bunun sarılmayla ilgisi olabilir miydi? şimdi bu ağacın ne ağacı olduğunu düşünecek rahatlıkta değildi, yine de hanımeli taze ıhlamur iğde karışımı bir kokteyl olabileceğini geçirdi içinden. Böylesine muhteşem bir koku ciğerlerini hiç doldurmamıştı, Sinerek üzerine çöktüğü çakıllardan rahatsız olduğunu hissedip  onları eliyle yoklayıp avucuna aldı ve öteye atmak istediğinde, gözlerini bir an gürültü yönünden çekip bu çakıllara çevirdiğinde,

 
-Aman Allahım! dediğinde ışıl ışıl parıldayan kıymetli taşlar olduğunu farketti, Rengarenkti, Yoksa elmas zümrüt yakut dedikleri mücevherler bunlar mı! Diye, korkuya eklenen şaşkınlığı ile etrafına bakındı, taşların hep bu cinsten olduğunu fark etti, Bunlar olacak işler değildi!  Bu tuhaflıklar karşısında küçük dilini yutmamak için yutkundu.

 
Şimdi sakin olup geçecek olan atlılara dikkat kesilmeliydi, bu atlılar ve bu mücevherler ve bu gizemli yerler… dedi, “Bunlarda neyin nesi? Acaba! hangi tarihdi?”  bunu atlılara bakıp anlayabilecek miydi? bu konuda biriyle iletişim  kurabilir miyim ama nasıl? diye düşündü.


Dört nala gelen atlılar tuhaf bir şekilde yavaşladıklarında ve  öndekiler  tam hizasına gelip durduklarında  bayılmamak için elini hızlı hızlı atan kalbinin üzerine koyup birden dönüp ağaca yaslandı ve derin derin solumaya başladı.  Gördüğü, sanki tarihi bir filimden çıkıp ta gelmiş basbayağı atlı kalabalıklardı.


Yüreği ağzında yaprak dalları arasından onlara kilitlenmiş bir çaresizlikle tir tir titriyordu. Yan taraftaki ağaca konmuş siyah karga ötüp ötüp duruyor ikide bir kafasını yan çevirerek kendisine bakıp tekrar tekrar gaglıyor ve gaglamasını sıklaştırıyordu, yerinin belli olması endişesiyle uçup gitmesi için birkaç el işareti fayda vermemişti, Atlı kalabalığın oluşturduğu seslerin içinde duyulmayacağını düşünerek kargaya attığı serçe büyüklüğündeki taş tesadüfi bir isabet kaydetmiş, birkaç kanat çırpmadan sonra karganın sersemleştiğini ve son gaglama sesinin yarım çıkmasıyla birlikte bir karaltının yere düştüğünü fark etti, bunu karganın ölmesine yor’du ve çok üzüldü, amacı onu kovalamaktı öldürmek değildi.


Dev gibi atların üzerinde ve kılıçları bellerinde koyu kahverengi telis çuvalına benzer yünlü elbiseler üzerinde bulunan çarpraz kalın kayışlarla örtülü vücutlarından sadece pazıları ve bağırları açıkta, ayakları dizlere kadar çıplak fakat siyah deri benzeri ayakkabıları bacakları üzerinde dizlerine kadar bağcıklarla dolanmış zenci olduklarını fark ettiğinde aklı yerinden oynayacak gibiydi.

 
Ekseri kır ve doru atların yanı sıra az sayıda olan beyaz ve siyah atlarında varlığı belli oluyordu,  neredeyse tamamı yerlerinde duramıyor sanki o dört nala gelen atlar bunlar değilmiş gibi enerji yüklülerdi, binicileri gemlerini zor zabtediyordu.


Burasının neresi olabileceği konusunda beynini iyice zorluyordu. Birden herkes atından bir çeviklikle iniverdi ve atlarının yularına yapıştı ve peş peşe ve çarçabuk ikişerli hizaya geçip birbirlerinden bir arşın ayrılarak uzunca bir koridor oluşturup beklemeye başladılar, Koşumlarını tutmadıkları diğer elleriyle atlarının çenelerini okşuyorlardı, Atlıların bütün bunları komutsuz yapmaları şaşırtıcıydı.  Atlar oldukları yerde derin derin soluyup nallarıyla  yeri dövüp adeta toprağı deşmesi dudaklarını pöpürdeterek havayı boşaltması, Kişnemeleri, yelelerinin ve teçhizatlarının ihtişamı çok heybet vericiydi.


Atından inmeyen adam, diğerlerinden biraz daha afilli giyimiyle farkını belli ediyor ihtimal ki reisleri olduğu anlaşılıyordu, Reisin atı yerinde duramıyor sağa ve sola dönüyor sanki şaha kalkacak gibi hamleler yapıp duruyordu, Atını mahmuzlayıp bir atlının rahatça geçeceği diğer atlıların açık bıraktığı koridor boyunca hızla ileri doğru gitti ve geri dönüp durdu, yavaş yavaş ortaya doğru yaklaşıyorken herkes suskundu,   

Birden vadiyi dolduran ve ormanda yankılanan “hım hım po hım Hım po “sesleri atın üzerinde olan Reisin elini havaya kaldırmasına kadar devam etti.
Acaba bu bir ibadet şekli miydi veya bir parola mıydı? Sesler yerini sessizliğe bırakmıştı, reis havaya bakınarak atıyla yavaş yavaş ilerliyor birini bekliyor gibiydi, Atın çıkardığı ritmik nal sesinden başka bütün sesler sanki yok olmuştu. yüksek bir ağacın üzerinden uzun bir tiz çığlık atarak üzeri çıplak bir adam pat diye Reisin önüne düştüğünde kalabalık etrafa yayılarak açıldı, Bu bir adamdı, adam zenci değil beyazdı, biraz önce kesilen “Hım hım po hım hım po”   sesleri bir müddet daha devam etti.. Bütün bu olanları yüreği ağzında  donuk donuk seyrediyordu, kendi kendine;

 
- Bu adam Kim? İn mi? Cin mi? yoksa gözcülük yapan görevli mi? acaba, “ beni görmüş olabilir mi? ya beni tarif eder bu atlılara gösterirse!” diye düşünüp endişeye kapılmıştı.


Ağaçtan düşen bu adam ayağa kalkıp reise dönerek iki kolunu çaprazlama göğsü üstünde birleştirip başını bir müddet önde eğik tuttuğunda; adamın ayaklarının ters olduğunu fark etti. “Aman Allahım, bu bir “Cin” Dedi. Cin’in yavaşça başını çevirerek kendi bulunduğu yere doğru göz ışınlarını yollamasıyla birlikte vücudunda hiçbir kas’ı sert kalmamış olduğu yere yığılmıştı. Reis Cin’e hitaben anlaşılmayan cümlelerle uzunca bir şeyler söyledi son kelimesi hadi “aç” diye bağırmak oldu.

 
Cin, gözlerini  üzerinden çekerek süratle önüne baktı, birkaç adım geri çekilip on adam boyu havaya sıçradı sonrada büyük olan o kayanın yanına düştü.
Bu arada uzaktan atların çektiği iki araba göründü hızla yaklaşıyorlardı, Cin hiç zorlanmadan iki fil büyüklüğündeki kayayı yan tarafa çevirdiğinde kocaman bir mağara ağzı meydana çıktı, Reisin işaretiyle herkes atının yularından tutmuş olduğu halde içeri girip gözden kayboldular.

 
Reis gelen arabalara doğru yöneldi, her bir arabayı dörder bakımlı atlar çekiyordu, arabacılar koşum iplerine asılarak iyice gerilerine yaslanırken arabalarını peş peşe durdurmayı zorlukla başarmışlardı, Hemen arabanın kapısında biten adamların yardımlarıyla rengarenk giyimli genç kızlar  birer birer inmeye başladılar, ilk yaptıkları; yolculuğun yordukları bacaklarını  ovalamak ve ayaklarındaki uyuşukluğun giderilmesi için küçük küçük adımlarla araba etrafında gezinmek oldu, kendilerinde hiç esir alınmış gibi bir hava görülmüyordu, incecik alımlı ve motifli süslü pazen giysilerin altında görülen dipdiri hatlara sahip bakımlı kızların davranışlarında bir asillik okunuyordu.


Atlıların önden gelip mağaraya girmeleri ve arkalarından bu kızların gelmesi ve kapının açık tutulmasına bakılacak olursa daha çok işlerini profesyonelce yapan bir organizasyon olduğu ve içerdeki haramileri eğlendirmek için siparişi verilmiş  hayat kadınları olabileceğini düşünmüş olmaktan bir an hicap duydu.
korkusu büsbütün meraka dönüşüp bir müddet sonra kızlarında birer birer mağaraya girmeleriyle apışıp kaldığı yerden kendine geldiğinde dışarıda kimseleri göremedi. 

Aynı şekilde Cin’de kayayı eski haline getirip mağara ağzını kapatmış ve birden gözden kaybolmuştu. Her iki arabanında ne olduğunu nereye gittiğini bu karambolde bir türlü anlayamadığına şaşkınlıkla hayıflanmaya başladı, Koca arabalar’da, aynen Cin gibi gözden kaybolmuştu mu? yoksa kızları indirdikten sonra geriye mi dönmüşlerdi? bunu hiçbir zaman öğrenemeyecekti.


Bütün bu olanlar karşısında korku ile karışık garip duygular içinde bir türlü hafızasını toparlayıp olanları yani başına gelen bu tanık olduğu tuhaflıkları bir türlü anlamlandıramıyordu, eğer bu bir rüya ise son bulmalı “yeter” Diyordu. Her şey o kadar berraktı ki; gözleri önünde tuhaf bir şekilde cereyan ediyor ve bu onu görüyor, hissediyor, korkuyor, titriyor, heyecanlanıyor, En önemlisi de kendisi hakkında en ufak bir bilgiye sahip bulunmuyordu.


Hafif hafif yüzünü tokatlamayı denedi, Nice sonra kaya’ya doğru gitti, sağına soluna baktı, üstüne çıktı, eğildi altına baktı, yanlarını kontrol etti, toprakla kaynayan kaya’da hiç öyle sökülüp tekrar yerine konulmuş bir emare bulamadı, Kendi kendine; “Hiç bu kadar net bir hayal olamaz” Dedi.

 
Sessizliğin ortasına bir bomba gibi düşen “Merhaba” kelimesiyle irkilip duyduğu tarafa doğru başını çevirdiğinde, az önce kayanın yanından kaybolan cin’i ağacın tepesinde dikilmiş kendisine bakarken gördü, daha fazla dayanamayıp araştırma yaptığı bu yerde yığılıp kalıvermişti.


-Seni ayıltana kadar çok uğraştım ne vardı bu kadar korkacak? kalk artık. Dedi, Cin.
Bayılıp bir seksen uzandığı yerden Cin’in bu son sözünü duyuyor ama göz kapaklarını açmaya cesaret edemiyordu,
“Aç gözlerini de konuşalım” sözüyle gözlerini açtığında Cin ile göz göze geldi. Oysa;  
-Evimde ve yatağımda bu kabustan uyanmış olurum, diye bir beklenti içindeydi ve Cin sandığı bu sözün sahibinin tanıdık bir sima olmasını ne çok istiyordu, çünkü olanlar onu korkutmaya başlamış bitsin artık bu kahrolası düş diyordu.
Artık bütün bu olanların rüya olmadığına ve gerçek olduğuna inanmış ancak bu tuhaflıklara hala bir anlam veremiyor işin buralara nasıl geldiğini düşünmek istiyor ama bir türlü düşünemiyordu.


“Sen kimsin?” Dedi,
“Şuna bak!” Dedi Cin, “Sanki sen kendinin kim olduğunu biliyormusun?”
“Sahi ben kimim ?”
“Ben seni tanımam bilmem, korkuyorum” Dedi. Cin’e
İlk defa korkudan endişeye dönmüş duygusunu ciddiye alıp gözlerinin irileşmesiyle donup kalmıştı, Kendisinin kim olduğunu bir türlü düşünemiyordu ama buralara yabancı olduğunu hele de haramilerden hiç olamayacağının idraki içindeydi.
Bu haliyle ne kadardır buralarda olduğunu mesela dün kim olarak nerede bulunduğunu, ne yediğini, kiminle olduğunu düşünemiyor algılayamıyordu. Acaba gerçeklere bu diyalogla ulaşabilirmiyim diye geçirdi içinden ve ümitlendi;


 “Bu zenci atlılar kim? Dedi, Cin’e
“Onlar savaşçılar ayrıca zenci değiller!” Dedi.
Cin, her cümlesini bir başka ağaç üstünden söylüyordu, Bu kez  tam karşısına gelerek; Parmağıyla göğsüne dokundu;

 
-Onlar baskınlara gitmeden büyük bir ateş yakıyorlar, kazanda kaynayan yemeklerini yedikten sonra kazanın altındaki is’le yüzlerini karalıyorlar, bütün ganimetlerini burada saklıyorlar.Dedi ve ses tonunu yükselterek devamla;
-Buraları kimseler bilmez, insan elinin değmediği  güzellikte, bir eşinin daha bulunmadığı yerlerden bir yerdir, senin ağacın altında bulduğun mücevherler onlardan aşırdığım ve senin görmeni istediğim için bulunduğun yere serpiştirdiğim taşlardır ve sen onlara dokundun ve onları çok beğenmedin mi?  Dedi.Cin.


Cin’in, dediklerini bir bir saydığında bunları hayalindeki gördükleriyle örtüşür buluyordu.
Doğruydu çünkü atlıların çıplak ayaklarının siyah değil ama oldukça esmer olduğu mağaraya girmeden dikkatinden kaçmadığını bunlar ne biçim zenciler diye düşündüğünü, Mücevherlerinde birinin bilerek etrafa bırakmasına benziyor olduğunu anlamış oldu .
Ama bütün bunlar niye ve bana ne? Buralar neresi? Bu yaşadıklarım sanki masal gibi, normal hayatıma nasıl ve ne zaman geçeceğim, acaba normal hayatım var mı? Ben neyim? buralar kim? diyerek ve kelimeleri karıştırarak bağırıp çağırıp söyleniyordu.


Durup dururken ormana bir sis çökmeye başladı o güzelim hava kapanarak  ardından kar’ın ince ince atıştırdığını gördü. Saatler geçiyordu ama bir türlü akşam olmuyor hava kararmıyordu, Sonra hiç acıkmadığını susamadığını ve üşümediğini ve yorulmadığını düşündü.  
Bir ara gözü patikaya ilişti patika boyunca bakakaldı ve düşüncelere daldı,
-Ben bu patikayı takip etsem, ne ile karşılaşırım ki. Dedi, kendi kendine ve birden ıslık çalarak yürümeye başladı.

 
Kar yerlere düşmeden havada erise de bir yandan ince tül misali yeri örtüyordu, yürüdüğü yolda yola dikey olarak iz’ler görmeye başladı, İz’ler konusunda hiçbir fikri yoktu, Bu İz’ler Kurt Ayı veya Ormanda yaşayan başka hayvanlara ait iz’ler olabilirdi ve az önce geçtikleri muhakkaktı,
Korkmaya başladı,
-Keşke yerimden ayrılmasaydım, Diye hayıflandı. Patikanın az ileride ikiye ayrıldığını fark etti, sağdakinin aşağı meyilli olduğunu ve muhtemelen bir dereye veya akarsuya inebileceğini tahmin etti, oysa sola giden patikanın tepe üstüne kadar gidebileceğini ve oradan hakim bir yer bulup etrafı gözetleyip nerelerde olabileceğini düşündüğünden sola meyletti, ancak bu patika çok sık ormanlık bir alandan geçtiğini ve bir an bunu göze alıp almamasını düşündü.


Artık korkunun ecele faydası olmadığı düsturuna dayanarak bildiği bütün duaları da söyleyerek hızlı adımlarla ormana daldı.

 
Kurt ulumalarını duymaya başladığında arkasını dönüp patika boyunca baktığında tekrar geri dönmeyi düşünemeyecek kadar uzaklaştığını bunun bir yararının olmayacağı kanaatiyle yola devam etti, Kendi kendine;
 -Ölüp gideceğiz buralarda, niye yerimden ayrıldım ki! belki bir kaza geçirdim şuurumu kaybettim! o gördüğüm cin ile atlılarda bir hayaldi! beni aradıklarında bari aynı uyandığım yerde olaydım! ahhh ahhh bilemiyorum ki ne düşüneyim! Kim bilir belkide öldüm, burası öbür alem! 

Dünyadaki yaşantımda nasıl biriydim hatırlamıyorum ki! ama çok korkmama ve heyecanlanmama rağmen karamsarlık içinde değilim, bu ortamı güzel gördüğüme göre zümrütlere cevherlere ve güzel kokulara rastladığıma göre bütün bunlar fena bir adam olmadığımı göstermez mi.. diye, düşünüyor peş peşe sorular soru lar beyninde dönüp duruyordu, En çok’ta kim olduğunu düşünüyordu.


Ama ne susuyor ne acıkıyor nede yoruluyor nede akşam oluyordu, acaba bunları neye yormalıydı? Beynini kemiren bu düşüncelere bir cevap bulamaması kendini tedirgin ediyordu, Şimdi karşısına kurt sürüsü çıksa veya bir ayı çıksa ne yapabilirdi? En fazla bir ağaca tırmanıp kurtlardan kurtulabilirdi ama ayı ağaca tırmanır hatta taş atabilirdi.

 
Birden sol tarafından petek içinde huysuzlaşan arıların uğultusuna benzeyen ve gittikçe büyük bir gürültüye dönüşen sesler duydu, adeta kopararak aşağı doğru yuvarlanmakta olan  nesnelerin ne olabileceğini düşünmeye çalıştı.
Çarpıntısı arttı, sağa sola kaçıştı sanki tepe üzerine yıkılıyor gibiydi ve büyükçe bir kayanın arkasına kendini atarak yaklaşmakta olan gürültünün ardından ne çıkacağını gözetlemeye koyuldu.


Küçük büyük yüzlerce siyah boynuzlu Keçi sürüsü beş on metre ilerisinden aşağı doğru gürültü ile birlikte gözleri önünde akıp gidiyordu, “Bulunduğum yerden geçmiş olsalardı hiç şansım olmazdı” Dedi.
Peşleri sıra hayretle ve heyecanla bir müddet bakakaldı.


Ne kadar bakakaldığını anlayamadan  yoluna devam ile fazla yürümemişti ki; Keçilerin gittiği istikametten bu kez’de bir feryadı figan duymaya başladı,
-Bu bir insan ve de ihtiyar bir kadın sesi. dedi, İçinden.
Ses yönüne kulak kesilmeye başladı. Yüreği güm güm atıyordu, Ses vadide yankı yapıyor ama ne dediği tam anlaşılamıyordu.

 
Bir sese doğru birde gideceği istikamete doğru bakındı, Duyduğu insan sesine doğru “gitmeliyim" Diye karar verdi, o istikamete doğru gidebilecek bir patika görülmüyordu, düşe kalka iniş aşağı yürümeye başladı.
Bu kadar sık ormandan bu kadar süratle giden Keçiler boynuzlarını ağaçlara nasılda takmadan ve devrilip yuvarlanmadan gittiklerine şaşıyordu, Ormanın sıklığı ve alaca bir hava, yürümesini geciktiriyordu.


Nihayet bir gün bile olmayan bir süre içinde sanki günlerdir ormandan başka bir şey göremeyen bir psikoloji içindeydi, açık bir arazi ile karşılaştığında hayretini gizleyemedi! Orman bitmişti. Sanki iki ayrı dünyanın sınırına gelmiş gibiydi. Açık arazide sağına ve soluna bakınarak birkaç adım attığında terk ettiği son ağaçların sağında ve solunda yüzlerce metrelik bir hilal gibi kavis çizerek son bulan ormanı gördü.

 
Ağaçsız yemyeşil bu arazinin ilerde geniş ve kıvrım kıvrım akan ipince bir akarsu ile çevrildiğini fark etti, Duyduğu sesin buradan başka bir yerden gelmiş olamayacağını düşündü, Ormanlık alanda yağan karın burada olmadığını blakis havanın açık ve berrak olduğunu hayretle seyre daldı.
Yeşil çıplak alan üzerinde özenle tasarlanarak düzenlendiği anlaşılan küme küme değişik küçük boylarda rengarenk  bodur çalılık, çiçek ve güllerin olduğunu ve aralarında küçücük bağlantı patikaların varlığı uzaktan fark ediliyordu.


Akarsunun geldiği istikamet bir kanyonu hatırlatıyor net bir şekilde oluşan gökkuşağı oradan bir şelalenin varlığından haber veriyor gibiydi. Sol tarafın uzağında görülen tepe tatlı bir lacivert  renge bürünmüş  bembeyaz ve pembe bulutların altında duruyordu.

 
Bir adım atsa karşıya geçeceği genişlikteki akarsunun kenarına geldiğinde dipteki taşlar ve açık kahverengi kumlar kristal gibi parıldıyor aheste aheste akan billur gibi sular insanı imrendiriyordu. Kim gelipte burayı imar etmişti, oysa etrafta bir ev bile görünmüyor bir insan bile yoktu az önce gürültü kopararak yüzlerce Keçinin geçtiği bu yerde onlarla ilgili bir emare bir iz bile yoktu,
Akarsunun kenarındaki toprak yığını üzerine oturup ayaklarını suya sarkıtmayı düşünüyordu, Müthiş bir şekilde susuzluk ve açlık hissetmeye başladı, Evet billur gibi sudan kana kana içeceği kesindi fakat yiyecek konusunda ne yapacaktı, takatı kesilmeye başladı, İki elini birleştirip ağuş yapıp ayakları ile suya koydu büyük bir iştahla dudaklarını ağuşlarına yapıştırarak suyu emmeye başlayacaktı ki resmi suya akseden  birini gördü, ürktü, Birden döndü ama kimseyi göremedi tekrar eğilip suya baktı hareketleri takip etti.

 
-Yoksa bu benmiyim. Dedi, kendi kendine. Su yüzeyinde ayna gibi kendini görebiliyor şaşkınlıkla bakıyor elini yüzüne dokunuyor hayretini gizleyemiyor, Demek sudaki akiste gördüğü adam kendisi oluyordu buna çok memnun olmuş kendi kendini dikkatlice süzüyordu, Bir şeyler hatırlamak en büyük gayesiydi. Her yer aniden karardı, ayakları suyun içinde olduğu halde  doğrulmaya başladığında sendeledi dengesini kaybedip korku ve şaşkınlıkla birlikte suya battı, etrafına tutunarak kendini sudan çıkarıp kenara çıkmayı başarmıştı,


Her yer kapkaranlık olmuş burnunun ucunu göremiyordu, bir an bağırmak ve olanca gücüyle haykırmak istedi, Sanki kendini tanımaya başlamasıyla güzelim ortamın kaybolması için elektrik düğmesine basılmış gibi oldu,  suda kendini görmesi ile havanın birden kararması ve kapkaranlık olması arasında bir ilinti olabilir mi diye düşündü, o ana kadar hiç acıkmadığını vede susamadığını, birde akşam olmadığını çok tuhaf görüyordu, şimdi ise bu üçü toptan ve aniden vede korkutarak başına gelmişti.

 
Beklemekten başka çare görünmüyordu. Sanki birazdan bir yerlerden heyulaların çıkıpta korkutucu fısıltılarıyla  hücuma geçecekmiş gibi fırtına öncesi ürkütücü bir sessizlik yaşamaya başlamıştı!


Yapabileceği hiçbir şey yoktu, Kurbanlık koyunlar gibi kaderinin hükmünü beklemeye koyuldu. Sıkıcı bir beklemenin ardından aklına bir fikir geldi, Atlılar geldiklerinde ve tam hizasında durduklarında atlarından inmiş ve reislerinin işaretiyle “Hum Hum po Hum Hum po” diye yaptıkları tezahürat üzerine yukarıdan bir çığlıkla yere düşmüş o üstü çıplak adam aklına gelmişti, Acaba, Dedi;  
-Bende bu kelimeyi tekrar etsem gelir mi? Hadi ordan dedi kendi kendine, saçmalıktan öte bir şey değil dedi  bu düşündükleri için, Sonra biraz saçmalamamdan ne zarar gelir ki dedi.


-Hım Hım po Hım Hım po…!!! Üçüncü denemesiydi ki; şaşılacak bir şekilde gökyüzünde yıldızlar parlamaya ve gittikçe büyümeye başladı, Ay gökkuşağının üstünden davul büyüklüğünde ve som altın parlaklığında hızla yükseldi.
Ortalık mehtaplı bir geceden daha hoş bir güzelliğe büründü,  Adeta şoklanmıştı  kalbi küt küt atıyordu, Zavallının yazgısı ona  güzelliğide korkuyuda bir şok’un arkasından sunuyordu. Bir yüreğin kanı nasıl delice ayarsız pompaladığını her defasında bu şoklar böylesine sürprizlerle devam ederse ölüp kalacağını düşünüyordu.

 
Bütün bu olanlar “Hım Hım po Hım Hım po” demesine mi rast gelmiş yoksa bu tılsımlı kelimenin üzerine mi bu olanlar olmuş diye düşünmeye başladı.
Gökkuşağının üstünden yükselen ayın arkasından ikinci bir ay’ın çıktığını ve yükseldiğini gördüğünde olanlar olmuş  daha fazla dayanamamış kendinden geçmişti. Cin, gece boyu bir hayli uğraşmış tüm hekimlik bilgilerini denemiş telaşa kapılmış en sonunda bu sırrı tutması için yemin aldığı  Alugralı şifacı kadına giderek karşılığında onun bir isteğini yerine getirmek şartıyla, Nicedir ayılmayan baygın yatan genci  Kadohor şehrine taşıtmış, içinde iksir olan iki şişe alıp içirmiş uyanmasını beklemeye koyulmuştu,


Alugralı şifacı kadın doğa üstü güçleri olan bir büyücü idi, İlk defa bir Cin kendisiyle temas kurmuş yardım talep ediyordu, bunu büyük bir fırsat gören Şifacı kadın bu fırsatı kaçırmadı, Hastayı kendi şehrine ayağına getirtmiş bakmıştı, gerekli ilaçları Cin’e verirken istediği şeyin getirilmesi için sıkı sıkı tembihlemeyi devamlı yineliyordu.


Bu arada sabah olmuş her taraf aydınlanmıştı, Bir ara uyandırmaktan ümidini kesecek olmuştu ki bir hereketlenme başladı.


-Nihayet kendine gelebildin! Dedi Cin. Göz kapaklarını açtığında gökyüzünde iki adet kocaman ve parlak bir şekilde asılı duran o iki Ay’ı göremedi, “Yoksa gördüğüm o iki ay rüyamıydı, Diye geçirdi içinden,  Doğrulmaya çalışırken sesin geldiği tarafa yavaşça başını çevirdiğinde atlıların yanında gördüğü üzeri çıplak kişiyi fark etti, Bu Cin’di, Bayağı uzaktaydı ama nasıl olurda sesini kulağının dibindeymiş gibi duyuyordu! kendisi bir hayli ileride olan kaya’nın üzerinde durmuş fark edilmesi için ellerini, kaldırıp kaldırıp indiriyordu.
-Senin için çok endişelendim, uyanamayacağından korktum, ağır bir şok yaşadın, Bir an başından ayrılmadım, Alugralı şifacının iksirleri iyi geldi, Dedi Cin.


-Ne şifacısı! ne iksiri! Diye söylenirken etrafına bakındığında Cin’in dediğini doğrulayan iki küçük boş şişe gördü, eline alıp evirip çevirip dikkat kesildiğinde çok kötü koktuklarını fark etti, yüzünü ekşitti!
“Bunların içinde olanı içmiş olamam! Dedi. İçinden.  
Uyanmadan önceki durumunu hatırlamaya çalıştı, Dereden su içmeye çalışıyordu, ayaklarınıda suya koymuştu, su billur gibiydi, dibindeki açık kahverengi kumlar ve çakıllar berrak bir şekilde görülüyordu, En önemlisi suda kendisini görmüş tanımıştı, Ormanın bittiği yer geniş kavis çizerek yemyeşil alana açılıyordu, burada küme küme rengarek çalılıklar ve çiçekler vardı, derenin geldiği yön bir kanyonu hatırlatıyor gök kuşağının varlığı orada şelalelerin olduğunu gösteriyordu, hava berrak ortalık sessiz ve huzur vericiydi. Bütün bunları hatırladığına çok sevindi çünkü geçmişi hatırlamak istiyordu, Bu yüzden bunları olduğu gibi hatırlamak onun için büyük bir başarıydı.
Ama bulunduğu yerde bu hatırladıklarından hiçbir eser yoktu, Bambaşka bir yerde bulunuyordu.


Sanki bulutların hizasına kadar yükselen büyük bir masanın üzerinde imiş gibi üç bir tarafında derin ve dik bir uçurum vardı, aşağıda uçsuz bucaksız ova görünüyor büyük bir nehir sesi yükseliyor ama suyla ilgili bir görüntüyü göremiyordu, Uçurumun başına birkaç adım attığında başı döndü, yükseklik gerçekten baş döndürücü bir derinlikteydi, sanki yekpare dağ büyüklüğünde bir kayanın başında gibiydi, kayanın aşağılardan birkaç yerinden ırmak büyüklüğünde şelalenin fışkırmasıyla dökülürken çıkardığı vahşi uğultusu ve su buharı bulutları müthiş bir manzaraya dönüşüyordu.

Arka tarafta kalan tek yön ise derinliğine yer yer ağaçlık ve tepelerden oluşarak pembe bulutların içine girip kaybolan limon sarısı bir yükselti ile kahverengi yalçın kayalıklar ve kızıl yeşil karışık uludağlar görülüyordu. Gökyüzündeki bulutlar beyaz pembe birazda yeşil karışımı çiçek desenlerini andıran semaya küme küme serpilmiş gibi enfes görünüyorlardı
Nerdeyiz? diye cin’e sormak geçirdi içinden.


-Ben maalesef bunu yapmalıydım! Dedi cin.
-Neyi yapmalıydın?
-İyileşmen için yaptım bütün bunları.
-Ne yaptın? Dedi, Cin’e
-Seni Alugralı şifacı kadına getirdim, Onun şehrindeyiz. Kadahor.
-Kim bu alugralı kadın? Kadahor neresi? Dedi. Cin’e.
-Meraklarını giderebilirim ve sana kuralları öğretebilirim. Dedi Cin.
İçinden; Tek diyalog kurduğum “ kişi” aman “cin” buydu.

 
Başka seçeneğim yok, hem kalender birine benziyor, benim için zahmetlere girmiş, Kural dediğinden ne kastediyor acaba veya söyledikleri inandırıcımı?  Bilemiyorum, benden bir isteğimi olacak? Neden üzerime ihtimam gösteriyor? Bütün bunları düşünecek durumda olmadığını veya olsa da yapacağı bir şeyin bulunmadığını belki konuşdukça anlayabileceğini, Korkuyu bir tarafa koyması gerektiğini, yapılabilecek bazı konuların olabileceğini, en önemlisi de bu garip hadiselerin açıklamasını yapmasını Cin’den  isteyebilirdi…
Zihninden geçenleri çarçabuk planlayarak, kabule meylinin ilk cümlesi olarak;  


-Önce tanışmamız gerekmez mi? Demek geçirdi içinden. Dönüp dönüp gökyüzüne bakıyor ay’ları arıyordu, Hala şaşkınlığını üzerinden atamıyordu. Gökyüzünde iki ay yoktu, gecede değildi, berrak bir gün ve yüksek bir yerde bulunuyordu, Doğrulup ayağa kalktığında dünyaya bulutlardan bakıyor gibiydi, Bir tarafı açık alan ve devamında yükselen orman, diğer tarafında büyük bir uçurum ile gözün görebildiği yere kadar düzlük görülüyordu.


-İsmim Goncolos. Zennan şehri Kernol aşiretindenim, yaşım 750. Dedi, Cin. 40 yıldır’da  Yafis hafid ailesinin tutsağı hizmetkarıyım. Yafis  hafid, atlıların başındaki reisin adıydı, Babası öğrendiği bilgilerle Cin’i ele geçirmiş hizmetinde kullanıyordu 10 yıl önce vefat edince her şeyi oğluna devretmişti.


-Bir dakika bir dakika, Dedi, Cin’e “Yine kafam karıştı” Kendisinin bilemediği yaşını  düşündüğünden yaş farkını Cin’in şakası zannetti, “tamam tanıştığıma memnun oldum, “Benim adımda “Bil” dedi, durdu.

 
İçini tuhaf bir duygu kapladı, aslında bilmiyorum diyecekti, “Bil” hecesinden sonra sanki garip bir duygu içinde kalarak takılıp kaldı, Maziden sönükte olsa birkaç anı karesi zihnine görünüp kayboluyordu, gerçek isminin ilk hecesini telafuz etmiş gibi olduğunu düşündü fakat devamını getirememişti, Sanki hafızasından bir sızıntı olupta akmış küçük bir bilgi gibiydi, Sonra toparladı kendini;

 
-Şimdi öncelikle söyler misin burası neresi? Ben bir çayın kenarında değilmiydim? çaydan su içmek istemiştim, sonra hava karardı parlak bir ay çıktı sonra ikinci bir ay’ın çıktığını hatırlıyorum, sonrası buradayım ve burası çok farklı bir yer, buraya nasıl geldim?” Dedi.


-Demek adın Bil. Dedi Goncolos
“Bak Bil, seni buraya ben getirttim, bıraksaydım ölecektin, Dedim ya burası Kadahor şehri yani Şifacı kadının mekanı, kendisi bizim tarafa geçemediğinden seni görmesi ve iyileştirmesi için getirilmeni istedi. Kartal seni pençelerine aldığı gibi buraya bıraktı.
Adam, kendisine “Bil” denilmesinden hoşlanmış ve bu ismi sevmişti.
“Beni kaldıracak bir kartal var mı?” Dedi. Bil.
“Birazdan döneceğiz zaten burada işimiz bitti aynı kartal gelecek görürsün o zaman seni kaldırır mı kaldıramaz mı?” Dedi Goncolos.


-Ben cenaze merasimine gitmeliyim. Dedi. Bizim geleneğimizdir, İlgisiz kalmak çok yadırganır burada!
-Cenaze mi? Ne cenazesi, Kim ölmüş?
-Reislerimizden Firaz’ın küçük oğlu ölmüş, daha doğrusu öldürülmüş, Gökkuşağının bulunduğu tepede merasimi var, Hem bizim aşiretin tümü çoluk çocuk hepsi oraya gittiler. Dedi. Goncolos.
Ormanda duyduğu gürültünün ardından görmüş olduğu büyük küçük yüzlerce keçiler, Meğer Cin’in söylediği aşiret mensublarıymış ve ormandan geçerken keçi kılıklarına bürünmeyi tercih etmişlermiş.
-Ben seni burada bekleyeyim, Dedi. Bil.


Goncolos, Bil’e manalı manalı bakarak -Biliyormusun? Dedi, O çocuk daha hayatının baharında yüziki yaşında idi.
-Öldürmek çok korkunç bir şey. Üzüldüm. Dedi. Bil.
-Peki o halde niye öldürdün!?
Ortam birden buz kesmişti, bilin gözleri irileşti.
-Kim ben mi! Ne ne ne demek şimdi bu?
-!!!
 Hayırrrrr, Diye, inledi, Bil. Ben karıncayı bile incitmem, Hiçbir şey anlamıyorum!
-Korkma benden başka bilen yok. Dedi. Goncolos.
-Korkarım tabi, ben sizin ne reisinizi nede oğlunu tanımam bilmem ki hem bir düşmanlığım yok ki öldüreyim!


-Kargaya attığın taşı hatırladın mı? Dedi. Goncolos.
-Yoksa….. ! Dedi. Bil. Başı dönmeye başladı.
-Evet o karga, Reislerimizden firuz’un küçük oğlu Şemula idi, O karga kılığına girerek etrafı seyretme müsaadesi almıştı.


-Ben nereden bileyim, Dedi. Bil. Yüzünü avuçları içine alarak hıçkırıklarla ağlamaya başladı.


-Sana korkma diyorum, hem söyleyecekte değilim. İşte bu yüzden kuralları bilmelisin, her adımında hatalar yapmaktasın, Sana bazı şeyler öğreteceğim. Dedi, Goncolos.


-Niye uzaktasın yanıma gel konuşalım veya ben geleyim mi?, Dedi Bil.
 -Uzaklık benim için sorun değil, ben her istediğimde seni yanımda görür, sözlerini duyar ve sözlerimi duyururum, eksiklik sende” Dedi.
-Bana ne öğreteceksin? ben sana neden ve nasıl inanayım! sana inanmam için bir neden söylermisin. Dedi. Bil.


-Bunda beni asla zorlayıcı görmeyeceksin, sen bilirsin! Mesela seni rahatlatacak ilk bilgiyi söyleyeyim, bak bakalım işine gelecek mi ve beni faydalı bulacakmısın? Seni buralarda benim dışımda hiçbir hareket eden şey asla göremez ve duyamaz! Biliyormusun? Bu birinci madde. Dedi, Goncolos.
Bu cevaba bir an şaşıp kalmıştı Bil,

 
-Ne diyor bu! dedi kendi kendine, sonra ister istemez bu sözü hayal etmeye başladı, bundan hoşlanmıştı.
“Ne yani şimdi uluorta gezinsem kimse beni göremez mi demek istiyorsun? Dedi Bil. Bu bilgiye çok sevindi, Garipsese de merak etmeye başladı. Sonra birden durakladı kendi kendine

 
-Acaba iyi bir şey mi ki bu!” Dedi. Ormanda ilerlerken vahşi hayvan mı çıkacak diye korktuğunu, sonra atlılara yakalanacağım diye ne çok endişe duyduğunu, Sonra o kızlara fark ettirmeden baktığını hatırladı. “Demek ki yanlarına gider aralarından geçer hatta mağaraya bende girerdim ve görülmezdim ne iyi olurdu! Dedi.  
Evet, Dedi. Goncolos. Aynen dediğin gibi. Şimdi yaşadığı bütün bu korkular Goncolosun  dediğine göre gereksiz oluyordu yani boşa saklanmış ve boşa sakınmış.
Merakla; “O halde bunu bir tecrübe etmek istiyorum.” dedi. Bil.
“Birazdan Şifacı kadın gelecek, saklanmaya kalkma! seni göremeyecek! Arkasından da Kartal seni aldığı yere bırakmak için gelecek! Ondan da korkma! Zaten seni buraya o kartal getirmişti sen kendinde değildin. o zaman anlamış olacaksın!” Dedi.


Bil, Beklemeye koyuldu. Mütemadiyen etrafı süzüyor, bakıp dalıyor, bu muhteşem güzellikler karşısında olabildiğince düşünüyor, yorum yapıyor, Hafızasını zorluyor, Bir şeyler hatırlamak istiyor,  bir şeylerin olduğunu ama nelerin olduğunu bir türlü kavrayamıyordu. Kendi maddi varlığını dokunarak anlıyor, görüyor, Hissediyor ama Goncolosun dediği doğruysa görülmeyecek olmasını bir türlü anlayamıyor üstüne üslük  heyecanlanıyordu.


Acaba Goncolos doğrumu söylüyordu! O halde taşı kargaya atmam gerçekmiydi? görülmediğim halde taşı nasıl elime aldım kaldırdım ve attım diye merak ediyordu, Bütün bunları uçurumun kenarından seyrettiği doyumsuz ovayı ve yan tarafta bir nehir büyüklüğünde taşın arasından fışkıran şelaleyi izlediğinde düşünüyordu.


“Bil” diye ses duyduğunda arkasını döndü. Uzaktan iki kişinin kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü, yaklaştıkça daha net görülüyorlardı, Gelenler uzun boylu güzel giyimli genç bir erkek ile şık giyimli pelerinli bir bayandı.
Bil, sağına soluna bakındı, arkasına saklanacağı bir nesne göremedi, biraz tedirgindi.  Çünkü ismini duyduğu ses Goncolosa aitti ama bu gelen o değildi. Bil heykel gibi donup kalmış gelenlere bakıyordu. Tam Bil’in birkaç adım karşısına geldiklerinde; erkek olanı sol elini bayanın önüne set yaparak “Geldik” dediğinde durdular.

 
Bil erkekle göz göze gelmişti ancak bayan, Bil’e değil, boşluğa bakıyordu. “Merhaba Bil” dedi erkek olan, Bil’in şaşkınlığını hemen anladığında; “Ha ! Merak etme Bil, Böyle güzel bir bayanın yanında biraz kendime çeki düzen verdim yoksa tanımadın mı? Ben Goncolos.!
Bil, Goncolosun sesinden anlamıştı ama biraz önce yanında cenazeye gideceğinden bahsetmişti buda neyin nesiydi ve nasılda çarçabuk olmuştu zaman mevhumu kafasını karıştırmakta idi ama kılık şekil  değiştirme kaabiliyetine yeni tanık oluyordu.

 
Genç bayan ise Bil için; “Tam nerde? Dedi” Goncolos’a. Goncolos; elini Bil’in yanağıma dokundurduğunda, “İşte bu “Dedi. Bil, Genç bayan tarafından görülmediğini zaten boşluğa boş boş baktığında anlamıştı şimdi ise görülmediği konusunda tam ikna olmuştu.


Goncolos; Genç bayan’a hitaben,
-Biliyormusun” Dedi. “Bil hayran hayran seni süzüyor, etfafında dolanıyor!”.
Bil gerçektende büyük bir hayranlıkla kıza bakıyor, Etrafında dolanıyor, Dokunmaya çalışıyor eli boşluğa gidiyordu, Karşısında gördüğü kız eşsiz bir güzellikte idi, kendisinin görülmemesini fırsat bilen Bil, kaşına gözüne dudaklarına bedenine çarpılmış bir şekilde ayrıntısıyla bakıyordu, Kızın buram buram sıkıldığını yanaklarının al al olduğundan ve alnında inciden oluşan  tercikleri gördüğünden, Goncolos Bil’i uyardı, seni görmüyor ama hissediyor, Biraz geri dur. Dedi.


 Bil;
“peri kızı dedikleri bu olsa gerek” diye düşünüyordu. Kızın alımlı giyimi ve göz kamaştıran takıları güzelliği ile yarışıyor gibiydi, Hiç solumadığı baş döndürücü esrarlı bir kokusu enfesti ayrıca boyu Bil’in boyuna denk gibiydi.
Bu söz üzerine Bil toparlanarak,

 
-Sen gelecek olan şifacı Alugralı yaşlı kadın dememiş miydin? Bu yüzden şaşırdım ve bakakaldım” dedi. “Oysa bu bayan en fazla onsekizinde ve çok güzel”
“Evet, öyle demiştim ama bu zaten o değil ki” dedi Goncolos.
“Peki ya kim?” Dedi.Bil.
“Kızı!”
“Kızı mı?”
“Evet, Kızı” Dedi. Goncolos“
Annesi tedavin için yanındaydı seni kızına anlatmış, O’da seni merak etmiş, burada buluşup bana vereceği bir emanet vardı kızı ile gönderince kendisi gelmemiş” Dedi.


Oysa Goncolos’unda bilmediği bir husus vardı, Şifacı kadın Bil’in başında onu muayene ederken boynundaki madalyondan Kadohor kralının kayıp oğlu Bilos olduğunu anlamıştı, Bilos ülkenin dört bir yanında aranmış fakat bulunamamıştı. Kral babası, oğlunun bulunması için ferman çıkarmış bulanlara veya görenlere bir deve yükü altın mücevher vereceğini vaad etmişti.  Şifacı kadın Goncolosun bundan haberinin olmadığını tahmin ediyordu. Bu yüzden güzel kızını gönderip Bilos’un getirilmesini sağlamayı planlamıştı, 

 
“Eğer iznin olursa kız seni görmek istiyor Bil, Ne dersin?” Dedi. Goncolos.
Eğer Bil izin vermediği takdirde onun görünmesini sağlama yetkisi yoktu Goncolosun.
Bil büyük bir şaşkınlık yaşıyordu, kekelemeye başladı;
-Neden olmasın, Ama nasıl olacak bu? Dedi, heyecanlanarak.
Bir taraftan saçını kılığını düzeltmeye başlamış hazırlık yapıyordu ama Goncolos’a önemli bir sorusu vardı;


“Nedir? Dedi. Goncolos.
“Sence ben kaç yaşındayım? Dedi. Bil.
“25- 30 arası” .Dedi. Goncolos.
Bil, Bu habere müthiş sevinmişti
Su’da ki baktığı Aks’inden ve yüzündeki sakalından yaşlı olacağını düşünmüştü, gerçi bu Kızı görene kadar hiç umrunda değildi. Bu yüzden Goncolos’un cevabı onu en iyi şekilde tedavi etmişti.
Diğer taraftan bu kadar güzel görüp aşık olduğu bu kız Bil’i nasıl bulacaktı, Bil için bu büyük bir dert olmaya başlamıştı, Artık görüpte onsuz olmak işkencelerin en büyüğü olacaktı onun için, Bu yüzden şiddetli bir merak kapladı içini.
Bil, Goncolos’a; “Lütfen söylermisin ben kimim? Dedi.


“Sen bir insanoğlusun” Dedi. Goncolos.
“Peki neden geçmişim ile ilgili bir şey hatırlayamıyorum?”
“Birazda Cili’ye sorarsın?” Dedi Cin.
“Cili kim?”
İşaret parmağını kıza doğru tutup “İşte bu” Dedi.
“Tamam” Dedi, Bil. “Hazırım görüşelim”


Goncolos kız’a dönüp tebessümle karışık Bil’i işaretle “Başın dönmesin” dedi. hazırlanmasını söyledi, Bil’in anlayamadığı uzun bir cümleyi söylemeye başladı bütün bu olanlar Bil’in hemen yanıbaşında cereyan etmekteydi, arkasından Kız bu uzun cümleyi tekrar etti sonra  koynundan küçük bir mendil içinden çıkardığı tozu havaya saçtığında kızı içine alacak şekilde bir sis oluştu, Sisin dağılmasıyla birlikte Kız Bil ile göz göze geldi.  


Kız, Bil’e bakarak peşpeşe uzun cümleler kurarak bir şeyler söylediğinde, Bil Goncolosa ne söylediğini sordu?
“Senin dilinide biliyor, ondan konuşmasını rica et, sen sor “ Dedi. “Galiba seni evlerine davet ediyor”
Cili, Bil’i gördüğünde ondan etkilenmişti, Bil’in anlamadığı o sarfettiği cümleler ise bir iltifattı.


Geniş uzun al kanatlarını çırpa çırpa dağ yönünden gelen kartalın sesine hep birlikte döndüklerinde kartal süzülerek alçalmaya başladı, Hızla yaklaşıyordu.
Bil, birden tuhaflaştı, gitmek istemiyordu, 

Bin yıl bu güzel kızın yanında kalmaya can atıyordu, daha kızın adını bile sormamıştı, eğer gitse bir daha kızla görüşebilecekmiydi? Karmakarışık duygular içindeydi, Hem kızın peş peşe söylediği anlaşılmaz o uzun cümlelerin meali sadece “Seni evine davet ediyor” kısalığında olmamalıydı, Belliki Goncolos bir şeyler saklıyordu. Bil, Goncolosa sordu;


“Ne diyor?”
“Emin ol bende anlamıyorum” Dedi Goncolos.
Uzaktan gelen ritmik ses yönüne hep birlikte dönüp baktıklarında dörtnala gelen bembeyaz heybetli bir at gördüler, Adeta uçuyor havada yüzüyor gibiydi, yeleleri tatlı rüzgarın dalgalandırmasıyla,

DEVAMI VAR!
 

 


TÜM YAZARLAR

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.