Musibet zamanı uzun safa zamanı kısadır,
Yusuf, hastane köşesine öylece yığılıp kalmıştı. Bakışları donuklaşmış, yüzü sanki yere kadar sarkmıştı. Vücudu baştan aşağıya kadar terlemişti. Doktorun söyledikleri beyninin içinde yankılanıyordu.
Doktor, duygusal ortamdan çıkararak, konuşmaya başladı:
'Yusuf, yeter ama..! Kendini üzmemelisin, güçlü bir bünyeye sahipsin. Bu hastalığın üstesinden evvel Allah gelirsin. Hem diğer hastalara göre avantajlısın, yaşın çok genç' dedi. Hastasına moral vermeye çalışıyordu. Ama nafile... Anlatılanlar başkasına anlatılıyormuşçasına, Yusuf tepkisizdi, donmuştu. Konuşmak istiyordu, belki haykırmak ya da bağırmak istiyordu...
Ama nafile takati yoktu. Bedenine ruhu üstün gelemiyordu. Bir güç sanki onu orada sıkıca tutuyordu. Çaresizdi, bitkindi, dudakları çölde susuz kalmış bedevinin dudakları gibi kupkuruydu. Dilini hareket ettirmek istedi ama vücudu, emirlerine tepki vermiyordu. Oracığa gömülmek ister gibiydi. Hayatı gözlerinin önünden hızlıca akıp giderken artık gözyaşı muslukları gevşemişti. Aniden kendini bırakarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Hiç susmayacak gibi duruyordu.
Ağlamaya devam eden Yusuf'un gözleri kan çanağına dönmüştü. Kalbi bir serçenin ürkek atışları gibi seri bir şekilde atıyordu. Tekrar daldı. Üniversiteyi yeni bitirmişti. Heyecanları, ulaşmak istediği hevesleri vardı. Sanki hepsi kursağında kalmıştı. Evlenecekti... Çocukları olacaktı. Arabasının içinde yüksek sesle Neşet Ertaş'ı dinleyip efkârlanacaktı. Ama tüm bunlar, hayal olmak üzereydi.
Kendini biraz toparlayınca, doktorun odasından ayrılıp hastanenin karşısındaki çamlığa doğru sendeleyerek yavaş adımlarla yürüdü. Kendinde olmadığı her halinden belliydi. İlk gördüğü çam ağacının dibine hiç kalkmayacakmış gibi çöktü. Karşısında bulunan Yılan Dağı sanki üstüne çökmüş, alev alev yanıyordu. Erciyes'in buz gibi karı bile içini soğutamayacak gibi geliyordu.
Kendinden geçtiği ve ümitsizlik içinde kıvranmaya başladığı sırada yakınlarındaki camiden yankılanan ezan sesi ile irkildi. Kendi kendine ''Men Amene Bil Kader Emine Minel Keder ''dedi. (Kadere rıza gösteren kederden emin olur) Camiye doğru ürkek adımlarla yürümeye başladı. İçinde huzur haleleri yanmaya başladı... Kendini Rabbine bırakmıştı...
Derdin sana derman olur .
''Ey biçare hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil, belki bir nevi dermandır. Çünkü ömür bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hem rahat ve gafletle olsa, pek çabuk gidiyor. Hastalık, senin o sermayeni büyük kârlarla meyvedar ediyor. Hem ömrün çabuk geçmesine meydan vermiyor, tutuyor, uzun ediyor-tâ meyveleri verdikten sonra bırakıp gitsin. İşte, ömrün hastalıkla uzun olmasına işareten bu darbımesel dillerde destandır ki, 'Musibet zamanı çok uzundur; safâ zamanı pek kısa oluyor.'
Ey sabırsız hasta! Sabret, belki şükret. Senin bu hastalığın, ömür dakikalarını birer saat ibadet hükmüne getirebilir. Çünkü ibadet iki kısımdır. Biri müsbet ibadettir ki, namaz, niyaz gibi malûm ibadetlerdir. Diğeri menfi ibadetlerdir ki, hastalıklar, musibetler vasıtasıyla musibetzede aczini, zaafını hisseder, Hâlık-ı Rahîmine iltica eder, (merhamet sahibi yaratıcısına yönelir) yalvarır. Hâlis, riyâsız, mânevî bir ibadete mazhar olur.
Evet, hastalıkla geçen bir ömür, Allah'tan şekvâ (şikayet) etmemek şartıyla, mü'min için ibadet sayıldığına rivâyât-ı sahiha vardır. ( Doğru Hadis rivayetleri - el-Elbânî, Sahîhu Câmii's-Sağîr, 256.) Hattâ bazı sâbir (sabreden) ve şâkir (şükreden) hastaların bir dakikalık hastalığı, bir saat ibadet hükmüne geçtiği ve bazı kâmillerin bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçtiği, rivâyât-ı sahiha ve keşfiyat-ı sadıka (doğru keşifler) ile sabittir. Senin bir dakika ömrünü bin dakika hükmüne getirip, sana uzun ömrü kazandıran hastalıktan teşekkî (şikayet) değil, teşekkür et! Diye düşünüyordu...