4.11.2022 20:43:00

1213

Celal DEMİRCİ

Eğitim-Bir-Sen’de Yeni Oluşum: Öz’e Dönüş Hareketi

Öz’e Dönüş Sendikacılığı…
                        Kurtarıcılığın Trajedisinde Ölü Ordunun Generali
Her varoluş, bir “Lâ” ile başlar…

Türkiye’nin değişik illerinde farklı zamanlarda Eğitim-Bir-Sen Şube Başkanlığı yapmış olan 20’nin üzerinde eski şube başkanı “Öz’e Dönüş Hareketi” adı altında bir platform oluşturdular. Kendilerini Öz’e Dönüş Hareketi olarak ifade eden grubun sözcülüğüne Eğitim-Bir-Sen İstanbul Eski Şube Başkanlarından Celal Demirci getirildi.
Celal Demirci, Öz’e Dönüş Hareketi Sözcüsü sıfatıyla “Öz’e Dönüş Sendikacılığı… Kurtarıcılığın Trajedisinde Ölü Ordunun Generali” yazısını kaleme aldı.

Önceki yazılarımızda “Nasıl bir sendika?” sorusunu olmaması gerekenler açısından bakarak değerlendirmiştik. Şimdi de dilimizin döndüğü kadarıyla olması gerekenler açısından "Nasıl bir sendika?" sorusunun cevabını bulmaya çalıştık.

Daryush Shayegan’ın ‘’Yaralı Bilinç’’ kitabında ‘’Biz periferi insanları, farklı bilgi blokları arasındaki çelişkilerin zamanında yaşıyoruz. Birbirlerini iten ve karşılıklı olarak biçimsizleştiren bağdaşmaz dünyalar arasındaki çatlağa düşmüşüz…’’ Cümleleriyle ifade ettiği çatlağı yaşıyoruz hayatımızın birçok alanında.
Bir yanımızın bizden görüp baş tacı ettiğini diğer yanımız kabullenemiyor. Bu da olmaz ama diyor; kendi çelişkilerimizde boğuluyor… Bir çıkış yolu bulamıyoruz. Sadece içinde yaşadığımız dünya değil bizatihi kendimiz de iki bloğa ayrılmış durumdayız. Harama besmeleyle başlayıp kandilde gül lokumu dağıtarak günah çıkarmaya yelteniyoruz. Kul hakkı mı? Hadi canım sen de…
Kendi içimizdeki blokların arasında sıkışmış durumdayız. Hem kişisel hem toplumsal bir kimlik bölünmesi yaşıyoruz. Eylemlerimiz ve söylemlerimiz birbirini tutmuyor. Haklıyı güçlü kılmak iddiasıyla çıktığımız yolda kendi adamlarımızı güçlü kılmak için her türlü çareyi meşru görebiliyoruz.
Bu bölünmenin ve sıkışmışlığın sendikal alana yansıması: Sevdiklerimiz ve gönül verdiklerimizle, emeğin ayrı bloklara düşmesi... Misyon, vizyon, kitleselleşme, kurumsallaşma derken bireyin, insanın, insana dair olanın uzağına düştük.
Adamlarımız! Olarak gördüklerimiz; artık adamlarımız değiller gibi... Tarlamız sürülmüş biz fark etmeden…
Kadim Çin’de bir köyün yakınlarında bulunan dağdaki bir mağara ve o mağarada yaşayan bir ejderhadan bahsedilir. Ejderhadan korkan köylülerin ejderhaya düzenli olarak hediyeler gönderdiği, zaman içinde ortaya çıkan kimi yiğitlerin de kılıcını eline alıp ejderhayı öldürmek için mağaraya gittiği ve bir daha dönmediği rivayet olunurmuş. Gel zaman git zaman yine bu yiğitlerden namlı bir yiğit yalvarışlara aldırmamış, kılıcını eline alıp mağaraya gitmiş. Uzun lafın kısası zorlu bir mücadeleden sonra ejderhayı öldürmüş. Sonra mağarayı incelemiş, göz kamaştıran büyük bir hazine bulmuş. Mağaranın kenarlarında yığılmış birçok kurbanın kemiğini de görmüş bu arada... Ancak bir şey dikkatini çekmiş: Bu kemiklerin arasında hiç insan kemiği yokmuş. Buna bir anlam verememiş; bunca yıldır bu mağaraya ejderha ile karşılaşmaya gelen onca yiğidin kemikleri yerine etrafta sadece ejderhalara ait kemikler varmış. İşte o anda, birden titremeğe başlamış. Ellerini, kollarını, vücudunu tüyler kaplamağa, derisi kalınlaşıp kabarmaya, tırnakları uzayıp sivrilmeğe, dar gelen elbiseleri ise üzerinde parçalanmağa başlamış. Bağırmak istemiş; ama ağzından korkunç bir homurtu çıkmış. Çünkü, artık kendisi bir ejderhaya dönüşmüş.
Hikâyenin özeti: Aramızdan birileri sürekli bizi kurtarmaya çalışıyor ve fakat ejderha da hiç ölmüyor. Çünkü, o ejderha zaten biziz ve o aramızdan çıkan kurtarıcı yağız delikanlılar, aslında hepimiz adına hepimizde olan canavarı içlerinde taşıyorlar. İşte, kurtarıcılığın trajedisi de burada başlıyor…
Kendi aidiyetlerimizi -cemaatimizi, derneğimizi, odamızı, ocağımızı, sendikamızı, vakfımızı- kutsamak ve güç aparatı olarak gördüğümüz bu yapı ve yöntemlere tapınmamızdır yeni kurtarıcılık paradokslarının oluşma nedeni.

Türkiye’nin değişik illerinden arkadaşlar ulaşıp soruyorlar. Yeni bir sendikal oluşum söz konusu mu? Söz konusu ise nasıl bir sendikacılık? 

Kurtuluşunu yanılmaz, şaşmaz, yenilmez, apokaliptik liderlerde aramayan ve delege demokrasinin tahkim edilmiş duvarları arasında saklanmayan, doğrudan katılımcı demokrasinin hayata geçtiği bir sendikacılık.
Emeğin değerini savunduğu kadar, ötekinin de hukukunu korumayı olmazsa olmaz şart kabul eden, liyakati sözde değil özde benimsemiş, her şeyden önce insanları insan kalmaya davet eden, ilahi vicdanın sesini mihver kabul eden bir yaklaşımı yani bütün davaların özü olan "kula kulluğa karşı mücadeleyi" merkezine alan bir yaklaşımı ana mihver kabul eden bir sendikal anlayış.
Şahsiyetli bir duruşu, bir felsefesi, bir medeniyet değerleri manzumesi olan, gerçekleştirdiği tüm iş ve uygulamalarında içerisinin de dışarısının da hukukunu koruyabilen, gerektiğinde bu uğurda bedel ödeyebilen, teorisi ile pratiği arasında bir kimlik yarılması ya da çelişkisi yaşamayan bir sendikal hareket.
Yalvaran, dilenen, arzu, istek, dilek bildiren; edilgen, sözün iktidarını kaybetmiş bir sendikal dil değil. “Hak verilmez alınır.” alınır diyen; öznesi yüklemi belli, açık, net ve anlaşılır sözün gücünü hâkim kılan bir sendikal dilin hüküm sürdüğü bir sendikal anlayış.
Davaya sadakatı, yöneticilere sadakat ve biat olarak algılamayan eleştiriye açık bir sendikal anlayış.
Yönetici kademelerini; ayrıcalıklı, seçilmiş zümre, mensuplarını ise nesneleştirilmiş, edilgen hegemonik ilişkinin en alt halkası olarak görmeyen bir sendikal anlayış. Yani aşil tendonunu yönetici kadrolar değil emeğin değeri ve emekçinin alın teri olarak gören bir anlayış. 
Dolayısıyla kadrolaşarak büyümeyi, kadroları büyütmeyi değil ekmeğimizi büyütmeyi önceleyen bir sendikal anlayış. 
Her yasal olanın aynı zamanda helal olmadığının bilincinde olan ve yasal görünenin ardına saklanmayan, hesap verebilir bir sendikal anlayış. Üyesiyle, temsil ettiği kitlelerle aynı çalışma ve yaşam şartlarında yaşamayı onur sayan bir sendikal anlayış.
Vasatın egemenliğinin hüküm sürmediği, vasatın iktidar olmadığı/olamadığı bir sendikal anlayış.
Arnavut yazar İsmail Kadere’nin “Ölü Ordunun Generali” romanındaki gibi; kendi konforlu alanlarından taviz vermeden yaşayan komuta/yönetim kademesinin; sahanın gerçeklerinden bihaber şekilde aldığı hatalı kararların bedelini yüz binlerce insana hayatlarıyla ödetmeyen bir sendikal anlayış.  
Romanda, 2. Dünya Savaşı bitmiştir. Bir İtalyan general ile rahip, 2. Dünya savaşında Arnavutluk işgali sırasında ölen İtalyan askerlerinin mezarlarını ve bu askerlerin kemiklerini bularak İtalya’ya getirmek üzere yola çıkar. Amaçları Arnavutluk’ta ölen askerlerin kemiklerini ana yurtlarına getirerek ailelerine teslim etmek ve onlara bir mezar kazandırmaktır. Almanlar ve İtalyanlar ölen askerlerinin kemiklerini anayurtlarına getirtmek için birer general görevlendirmişlerdir.
Görev tamamlanıp kazılan mezarlardan çıkarılan insan kemikleri yan yana torbalara dizildiğinde: Cesetleri bulup getirmekle görevli general, o an kendisini ölü bir ordunun generali gibi hissetmişti. "Ölü Ordunun Generali.” Savaşı yöneten komuta kademesinin aldığı hatalı kararların sonucunda şimdi binlerce ceset torbasında yatan askerlerden oluşan bir ölüler ordunun generali…
 Kendisinden sonra gelecek genel başkan ve yönetime, kendi hatalı kararlarının sonucu olarak teşkilat mensuplarıyla beraber yüzbinlerce emekçinin mahvolan hayatlarından arta kalanları toplamak yükünü bırakmayacak kararları alabilen, ardında ölüler ordusu bırakmayan bir sendikal anlayış.
Bir simurg anka kuşu gibi mevki, makam vadilerinde gözleri kamaşmayan, korku vadisinde korkudan ayağı burkulmayan, para ve zenginlik vadisinin cazibesine tamah etmeyen, kitlesinin yoksulluğu kadar kendisinin tokluğundan da utanan, kanat kanada, omuz omuza yol alanların kanat çırpışlarıyla Kaf Dağında ateşe tutuşarak küllerinden yeniden doğup Öz’e, özüne dönen bir sendikal anlayış…
Batı demokrasilerinde sivil toplum örgütleri iktidarda temsil edilemeyen kitlelerin sesi, soluğu olarak onların da temsiline olanak sağlayan yapılardır. Sivil toplum örgütü bu görevini yerine getirmekten uzaklaşırsa bu defa temsil edilemeyen kitlelere üyesi olduğu örgütün yönetimine karşı sivil itaatsizliğin yolu açılmış olur. 
Her varoluş bir “Lâ” ile başlar…
Yeni bir ses, yeni bir nefes… Öz’e Dönüş…

Öz’e Dönüş Hareketi Sözcüsü
Celal DEMİRCİ


TÜM YAZARLAR

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.