Ahmet Karayün
Tarih: 19.11.2011 11:04
Omuzlar üstünde ki adam!
Son zamanlarda bazı şeyleri kafama fena takmıştım... Kafamdan soru işaretleri hiç eksik olmuyordu. Bunalıyordum. İçimden çalışmak bile gelmiyordu. Hava sıcaktı. Yaşamaktan tat almamı sağlayan hiçbir şey yoktu. Kimi zaman kendimi deniz kenarına vuruyor, sahilde çakıl taşları topluyordum. Denize kusuyordum içimde ki tüm kini ve nefreti. Kimi zaman içinde hep yalnız olduğum kalabalıkların koynuna bırakıyordum kendimi.
Hayattan ne istediğimi bilmiyordum. Hayatın benden istediklerini haksızlık sayıyordum. Hiçbir sorunum olmamasına rağmen, anlamsız duygulara kapılıyordum. Belki de iğne deliğini doldurmayacak kadar ufak şeyler üzerine günlerce düşünüyor, kafa patlatıyordum.
Bir gün yine, böyle bir zamanımda. Kendimi aralarında yapayalnız hissettiğim kalabalık insanların içinde yürüyordum ve etrafı anlamsız gözlerle süzüyordum. Bir kalabalık ilgimi çekti. Oraya doğru dikkat kesildim. Omuzlar üstünde bir adam gördüm kalabalığın arasında. Devamlı omuzdan omuza devredilen bir tahtanın içindeydi adam. Tahta yeşil bir bez ile sarmalanmıştı.
Ne olduysa orada oldu. Bir müddet, omuzlar üstünde ilerleyen adama ilişip kaldı gözlerim. Bedenim baştan aşağı titredi. Otuz derece sıcağın altında, buz kesilmişti her yerim. Omuzlar üstünde ki adam yanımdan ağır ağır geçti. Arkama döndüm. Takıldım kalabalığın peşine. Bembeyaz mermer taşları ile süslenmiş minik yer altı odacıklarının olduğu, insan ekili büyük tarlanın kapısından içeri girdik.
Bir yanda kadınlar, bir yanda erkekler duruyordu... Omuzlar üzerinde ki adamı ise kazılmış soğuk bir çukur bekliyordu. Düşündüm de, belki de eksik bıraktığı ne çok şey vardı... Belki karısı hamileydi, doğacak oğlunu göremedi. Oğlu da baba kelimesini hiç söyleyemeyecek. Belki senelerce didinip yaptığı 4 katlı binası haftaya bitiyordu. Ne çok hayal etmişti en son kata yerleşip, balkonunda çay içmeyi.
Peki ya sevdikleri. Karısı, Ailesi... Onlardan bir özür bile dileyememişti. En çok koyan da, dün karısını yok yere kırmasıydı. Gönlünü alamamıştı. Onbir yıllık hayat yolculuklarında, yolları küs ayrılmıştı. Oysa, dün gece karısı sırtını dönüp yattığında, gururunu yenip sarılsaydı ya. Yapamamıştı işte. Erkekti. Gururluydu.
Ya kızı... Kızına alacağı çilli bebek. Ya annesinin onun için yaptığı sütlaç, bir kaşık bile yiyememişti. Oysa ne çok severdi. Babasına bağırdığı gün gözlerinin önünden silinmiyordu hiç. İnsan farkında olmadan ne kadar çok hata yapıyordu. Peki ya kaçırdığı Cuma namazları... Haddi hesabı yoktu. İlk defa bu Ramazan da oruç tutmamıştı. Hayatı bol keseden kullanmıştı, omuzlar üstünde ki adam. Daracık bir çukura bırakılıp, üzerine topraklar atılacağı hiç gelmemişti aklına.
Bu düşünceler, beni alıp götürmüştü. Bir anda, acı bir çığlıkla irkildim. Bu ağlayan karısı olmalıydı. Herkes yavaş yavaş dağılıyordu. Bende tekrar kalabalıkla beraber mezarlıktan dışarı çıktım. Adamın tabutunu taşıyan iki kişi, cenaze dönüşü aralarında konuşuyorlardı. Adam hakkında espri yaparak, gülüyorlardı. Sanırım daha mezarının toprağı bile kurumadan unutulmuş, yok olmuştu.
Bende düşündüm. Ellerimi kafamın arasına aldım. Kendi kendime dedim ki; hayatı böylesine cömert kullanıp, o kadar hatalar yapacaksın. O kadar çok şeyi eksik bırakacaksın ki giderken. Bir özür dileyememenin, bir defa seni seviyorum diyememenin pişmanlıkları saracak her yerini. Bunlar da yetmiyormuş gibi, insanlar cenazenden dönerken espriler yaparak, gülecekler.
O zaman sıkı sıkıya tutun hayata, sevdiklerini kırma. Hiçbir şeyi yarım bırakma. Cenaze dönüşü unutulmayacak büyük işler yap. Adını dünyaya kazı. Aylak aylak dolaşma. Yaptığın iş ne olursa olsun en iyisi ol. Birisine aşık oluyorsan bile en iyi sen aşık ol. Leyla ile mecnun, aslı ile kerem gibi. Yaşa. Ama, yaşadığın hayata çok şeyi sığdır. Bol keseden kullanma zamanı. Büyük izler bırak. Ve bir gün omuzlar üstünde ağır ağır giderken, bıraktığın izlerin silinmediğini gör ve son defa gülümse hayata.
Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —