YEREL HABERİM
Tarih: 08.01.2015 15:48
MAZLUMİYETMİ ZOR MAHCUBİYET Mİ?
Tarih 1983 darbecilerin hâkim olduğu dönem. Hani idam cezalarını verirken” bir sağdan, bir soldan astık” diyen züllümü herkese eşit dağıtınca adaleti sağladığını zanneden! Kenan Paşanın devri iktidarıydı. Bir işyerinin muhasebe departmanında çalışıyordum. İşyerinin girişi mağaza asma katında da muhasebe bölümü bulunuyordu.
Bir gün iş yerinde Beyoğlu- Tophanede ikamet eden Halama telefon açtım. Halam Türkçe bilmediği için Kürtçe konuştum. Patronum nefes nefese asma kata çıkıp birazda kızgın bir sesle bana “ne yapıyorsun?” dedi. Bende şaşkınlıkla “Bir şey yapmadım. Ne oldu? “ Patronum daha öfkeli bir sesle “Aşağıda bir subay var. Malzeme almaya gelmiş. Sende burada Kürtçe konuşuyorsun. Birde bir şey yapmadım, ne oldu diye bana soruyorsun. Başımızı belaya sokacaksın.” Patronuma dedim ki; “ Halam Türkçe bilmiyor. Onun için Kürtçe konuştum. Kasten yapmadım.” Bu cevabım üzerine sesini biraz yumuşatarak;” Biliyorsun Enver seni severiz. Ama bu konularda dikkatli ol. Bizi sıkıntıya sokma.” Gerçekten patronlarım Türk Milliyetçisi, Faşist zihniyetli insanlar değildi. Öfkesinin sebebi başlarına bela gelir korkusundandı.” Bundan sonra sizi sıkıntıya sokmamak için Kürtçe konuşmam” dedim. Benim üzüldüğümü fark edince, kendisi de üzgün bir halde mağazaya indi. O gün Diyarbakır ceza evinde kendisini ziyarete gelen annesiyle Türkçe bilmediği için konuşamayan mahkûmun ve annesinin çektiği acı kadar olmasa da, Mazlumiyetin acısını yüreğimin derinliklerinde hissettim.
1984 yılına gelince PKK’nın Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla başlayan kanlı süreç, Halkın büyük çoğunluğunun benimsemediği, faşist Kemalistler ile faşist Apoistlerin (Abdullah Öcalan’a tabi olanlar) eseri idi ama beşikteki bebeler dâhil halkın büyük çoğunluğu bunun faturasını acı bir şekilde ödedi.
Tarih 2007. Henüz Çavuşbaşı Belde Belediyesi Beykoz’a bağlanmamıştı. Çavuşbaşı Belediyesi’ne uğradım. Belediyeden çıkışta yanımda bir araba durdu. Direksiyondaki kır saçlı ve sakallı şahıs bana “Nereye gidiyorsun ?” diye seslendi. Ben de “Çarşıya kadar gideceğim.” dedim. “Gel, seni oraya götüreyim.” dedi ve beni arabaya aldı. Selam verdim. Baktım ki arabada Karadeniz yöresinden türküler çalıyor. Dedim ki “Hacım, galiba memleket Karadeniz.” Evet diye cevap verdi. Sonra da “Sen nerelisin ?” diye sordu. “Doğuluyum, Bitlisliyim.” dedim. Bunu söyleyince birdenbire renginin sarardığını hissettim. “Hacım, fenalaştın mı? Yüzün bir tuhaf oldu.” Kısık bir sesle dedi ki “Oğlum Bitlis’te teröristler tarafından şehit edildi.” O an adeta buz kesmiştim. Yutkunarak kendisine “Başın sağ olsun, Allah rahmet eylesin. Allah sabırlar versin.” dedim. Bana sordu: Senin çocukların var mı? Ben de dedim ki “Ellerinden öper hacım, üç tane çocuğum var.” Sonra hüzünlü bir ses tonuyla “Allah onların acısını sana tattırmasın. ” dedi. Sonra devam etti:” Allah hiç kimseye evlat acısı vermesin.”
Mesafenin kısa olması beni kurtardı. Çünkü gerçekten çok fena olmuştum. Yıllarca önce Kürtçe konuştuğum için bana yapılan haksızlık, yaşadığım mazlumiyet ile bugün yaşadığım mahcubiyet duygularını karşılaştırdığımda mahcubiyetin çok daha zor olduğunu anladım. Kürt kimliğini ifade etmenin yasak olduğu dönemlerde bedelini de göze alarak biraz da yasağı delmenin zevkini tatmak için bu kimliğimi ifadeden hiç çekinmedim. Fakat o yaşadığım acı olaydan sonra belki de canı yanmış, evlat acısı çeken birine denk gelebilirim korkusuyla bu kimliğimi aynı rahatlıkla ifade edemedim. İşin sosyolojik buyotu buydu.
Bir de işin psikolojik buyotu var ki mahcubiyetin acısı, gerçekten de mazlumiyetin acısından çok daha ağır basıyor. Zira mazlumiyetin tesellisi var. Tıpkı Sokrat misali : Hani Sokrat haksız yere idama mahkûm edilir. Eşi seslenir: “Vicdansız hâkimler seni haksız yere idam ediyorlar. “ deyince Sokrat kendisine dönüp “Haklı olsalardı daha mı iyiydi?” der. Fakat mahcubiyete gelince onun hiç mi hiç tesellisi yok.
Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —