Filistin Davasına Objektif Bir Bakış
Filistin meselesi, yalnızca bir toprak ya da siyaset meselesi değildir; o, bir halkın varoluş mücadelesidir. 1948’den bu yana Filistin halkı, topraklarının büyük bölümünü kaybetmiş, yüz binlercesi mülteci kamplarında yaşamaya mahkûm edilmiştir. İsrail’in işgali, yerleşim politikaları, abluka ve sivil kayıplara yol açan askerî operasyonları; uluslararası hukuk açısından insan hakları ihlalleri olarak görülmüştür. Bu yönüyle bakıldığında Filistin davası, haklılığını vicdanlarda çoktan kazanmıştır. Ancak bu “vicdan zaferi”, pratikte bir özgürlük doğuramamıştır.
Haklı olmak bazen kazanmak için yeterli değildir. Filistin davası bunu acı biçimde göstermiştir. Haklılık; adaletin, stratejinin, birlikteliğin ve öngörünün yokluğunda tek başına bir sonuç doğurmaz. Filistin’in en büyük zaafı da budur: haklılığını yönetememek.
Bu yönetememe hâli, tarihsel hatalar ve iç çekişmelerle perçinlenmiştir. Oslo Anlaşmaları’ndan (1993) sonra Filistin iki ayrı yönetim anlayışına bölündü: Batı Şeria’da El Fetih’in kontrolündeki Filistin Yönetimi, Gazze’de ise Hamas’ın yönetimi. Bu bölünme, Filistin’in ortak sesini boğdu. Birinin diplomasiye, diğerinin silahlı direnişe dayanması, uluslararası arenada Filistin’i tutarsız gösterdi. 1993 Oslo Anlaşması bir umut doğurmuştu. Ancak anlaşmada, İsrail’in yerleşim faaliyetlerini dondurması şartı açıkça belirtilmedi. Sonuç olarak İsrail, barış görüşmeleri sürerken bile Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerini artırdı. Filistin liderliği bu stratejik boşluğu göremedi, masa oyununu sahada kaybetti.
Filistin Yönetimi, özellikle El Fetih kadroları, zamanla yolsuzluk, nepotizm ve halktan uzaklaşma suçlamalarıyla karşı karşıya kaldı. Halkın güveni azaldı. Bu da Hamas’ın “direniş” söylemini güçlendirdi; ancak Hamas’ın yönettiği Gazze’de de baskıcı bir iç yönetim, medya sansürü ve sivil hak ihlalleri yaşandı. Bir diğer sorun da uluslararası imaj oldu. Bazı Filistinli grupların sivilleri hedef alan eylemleri, İsrail’in “meşru müdafaa” argümanını güçlendirdi. Filistin davasının haklı zemini, bu tür eylemlerle gölgelendi. Oysa davanın özü, ahlaki üstünlüğünü koruyarak direnmektir.
Filistin, haklı bir davayı stratejik bir akla dönüştürmekte gecikti. Diplomatik birlik, küresel lobi çalışmaları, medya dili, insan hakları raporlarının etkin kullanımı gibi araçlarda eksik kaldı. Dava çoğu zaman duygusal bir söyleme sıkıştı; oysa çağımızda duygular kadar “veri, belge ve diplomasi” de önemlidir. Bir başka eksiklik de iç barıştı. Kendi içinde birleşemeyen bir halkın, dünya kamuoyunu birleştirmesi zordur. Oysa Filistin’in ihtiyacı; “bir lider” değil, “bir yön birliği” idi.
Filistin hâlâ haklı. Ancak bugün artık şu soruyu sormalı: “Haklılığımızı nasıl bir geleceğe çevirebiliriz?” Dava, yalnızca silahla değil, kültürle, hukukla, sanatla, diplomasiyle yürütülmeli. Filistin’in sesi, yalnızca acı değil; umut, kimlik ve direnç de anlatmalı.
Filistin’in haklılığı tarihsel, vicdani ve hukuksaldır. Ama bu haklılık, stratejik hatalarla, iç bölünmelerle ve yanlış temsil biçimleriyle zayıflamıştır. Bugün Filistin halkı hâlâ direniyorsa, bu onların adalet duygusunun gücüdür. Ancak adalet, yalnızca “haklı olanın” değil; akıllıca mücadele edenin yanında olur.
Filistin, Filistin davası, İsrail, Oslo Anlaşmaları, El Fetih, Hamas, Filistin Yönetimi, siyaset, köşe yazısı, mustafa kaplan,