“Mış” gibi yaparak var olan bir devletle, onun “mış” gibi olduğu varsayımından hareket eden devlet kurumlarının gerçekle ilişkisi, en yumuşak ifadesiyle, netamelidir.
Kendisine ilişkin tanımları hakikatle örtüşmeyen bir devletimiz var bizim. Devletin kendisini tarif ettiği kelimelere bizatihi karşı bir zihniyetin ürünü olan bir anayasamız var. Darbecilerin hazırlattığı, baskı altında topluma onaylattığı ve darbe düzenini kurumsallaştıran bir anayasa bu.
Doğuştan sakat yani... Aynı zamanda yalancı bir anayasa. “Değiştirilmesi teklif bile edilemez” buyruğu altında, hayatın kendisine aykırı bir zırhla korunmaya çalışılan tarifler, birer “yalan”dan ibaret.
Anayasa’nın ikinci maddesi ne derse desin; bilen biliyor ki Türkiye Cumhuriyeti “laik” bir devlet değil örneğin.
Türkiye Cumhuriyeti, vatandaşının dinine karışan; resmen dinsel bir tercihi olan ve tercih ettiği dini finanse eden; din adamı yetiştiren; din eğitimi veren; kendisi dışındaki kurumların din adamı yetiştirmesini, din eğitimi vermesini yasaklayan; imamın vaazından cemaatin ibadetine kadar dinin mahremiyetinde olması gereken bilumum süreci yöneten ve denetleyen; kendi vatandaşları arasında dinsel ayrımcılık yapan; bazı dinleri hor gören, bazı dinleri yasaklayan, bazı dinleri yok sayan; üstelik bütün bunları “laiklik” adına yapan ve savunabilen bir devlet... Temel felsefesi ve uygulamalarıyla, laikliği sürekli ihlal ederken, laikmiş gibi yapan ve bu “mış” gibi yapma halinin değiştirilmesinin teklif bile edilmesini istemeyen bir devlet.
Ve Türkiye Cumhuriyeti, “demokratik” bir devlet değil. Seçimle gelip seçimle giden hükümetlerin hâlâ “tek ve gerçek iktidar” olamadığı; sandıktan çıkmayan, seçmene hesap vermeyen, vergi verenlerin parasını vergi verenlerce denetlenemeyen bir şekilde harcayan üniformalı bir “vasi”nin iktidara ortak olduğu bir devlet... Bu vesayet düzeninin kurumsal dayanaklarını ortadan kaldıracak bir demokratik anayasayı henüz yapamamış bir toplumun bu yöndeki her girişiminin önüne set çeken, bunu “demokrasi” adına savunmaya kalkan ve demokrasiymiş gibi kabul görmek isteyen bir devlet.
Türkiye Cumhuriyeti bir “hukuk devleti” de değil.
Çünkü bu ülkede hukuk, ideolojik arka planı itibariyle, yasaların herkes için eşit olarak uygulandığı bir sistemi temsil etmiyor. Çünkü bu devletin mahkemelerinin kararları, hukukun evrensel normları karşısında fena halde çuvallıyor; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ihlalini âdeta spora dönüştürmüş bir hukuk sistemimiz var. Çünkü bu ülkede hukuk, gerek metinleri, gerek organları, gerekse yorumları itibariyle, devleti vatandaşa karşı kollamak; devletin ideolojisinin çevresinde koruyucu bir zırh oluşturmak; demokratik, laik ve hukuki olmayan bir devleti, demokratik, laik ve hukukiymiş gibi göstermek için kullanılıyor.
Bizlerse, bu devletin karşısında, bayat bir balığın baygın gözlerine bakıp, onun çürümüş etlerinden yayılan pis kokuya dayanmaya çalışan çocuklara benziyoruz bazen. Laik olmadığını, demokratik olmadığını, evrensel anlamda hukukun normlarına uymadığını bildiğimiz bir devletin “laik, demokratik, hukuki” davranmasını; kendisine verdiği yalancı isimlere uygun hareket etmesini istiyoruz.
Şu tartıştığımız şeye bakın... Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişiklik paketi konusunda Anayasa’yı çiğneyen bir karar alması o kadar kuvvetle muhtemel ki, bir çıkış yolu arıyoruz. Anayasa Mahkemesi’nin sicili ortada velhasıl. Daha önce yaptığını tekrarlaması; “esasa girmemiş” gibi davranarak, değişiklik paketinin bazı maddelerini “esastan” iptal etmesi pekâlâ mümkün.
Mahkemenin raportörü Osman Can, bugüne dek bu devlete karşı pek az sergilenmiş bir cesaretle ortaya çıkıp, “Mahkeme yine ‘mış’ gibi yaparsa, bu hukuksuzluğa boyun eğmemek, Anayasa’yı çiğneyen bir kararı ‘yok’ hükmünde saymak gerekir” deyince kıyametin kopması bundan. Ölü bir balığı kuyruğundan tutup akvaryumda yüzdüren çocuklar gibi yapmaya alıştık zira biz; yargı ve medya değil sadece, hükümet de alıştı. Can’ın önerisinin tartışılmasından ziyadesiyle memnun olanlar, bu öneriyi “hukuka uygun” bulanlar bile nitekim, “aman ha” diyorlar, “hükümetin hiçbir üyesi bu öneriye sahip çıkmasın... Yeni bir kapatma kararının mührünü vurmak olur bu.”
Öyle ya, laikmiş gibi yapan devletin, demokratik olmadığını hepimizin bildiği anayasasından yola çıkan ve seçimle işbaşına gelmemiş ama başımızdan da hiç gitmemiş iktidar ortaklarının gösterdiği istikamette yürüyen Anayasa Mahkemesi’nce “laikliğe karşı odak” ilan edilmiş bir parti, kapatılmaktan korkmasın da ne yapsın? Ve bu parti, bu hükümet, öncülük ettiği ve “mış” gibi yapan sistemi değiştirmek yönünde yetersiz ama önemli bir adım oluşturan anayasa paketinin halkoyuna sunulması engellenirse, ne yapmalı?
Osman Can’ın gösterdiği istikamet, özü itibariyle siyasi de olsa çerçevesi itibariyle bir hukuk mücadelesi ve ben Can’ın önerisini çok önemli buluyorum. ZiraAnayasa’yı, Anayasa Mahkemesi’ne karşı da korumanın gerekli olduğunun ifadesi bile başlıbaşına bir “devrim.” Yine de, hukuk devletiymiş gibi yapan bir yerde, bu mücadelenin hukuki sınırlar içinde kazanılması mümkün olmayabilir.
Bence kurtuluş siyasette... Anayasa Mahkemesi, değişiklik paketine ilişkin kararında Anayasa’yı çiğnerse, devletin “mış” gibi yapmasından bıkan herkesin bu ihlali ifşa etmesi şart. Bu durumda, hükümetin yapması gerekense, “imkânsız” bir hukuk mücadelesinden ziyade, kazanabileceği alanda savaşmak, yani hızla sandığa gitmektir. Üstelik bu kez, seçmene daha somut bir söz vererek; devletin “mış” gibi yapmasını önleyecek, gerçek anlamda demokratik, laik ve hukuki bir düzenin altyapısını oluşturacak yeni bir anayasa vaadiyle yapmalıdır bunu.
ycongar@mac.com