YEREL HABERİM

Tarih: 15.02.2010 00:24

Bedenini unutarak hayatı hatırlamak

Facebook Twitter Linked-in

Ne kadar çok şey hatırlamak istiyorsan o kadar büyük bir saray yapacaksın kendine. Bir harem kuracaksın; bir de selâmlık. Sofalar, divanlar, büyük salonlar, o salonları birbirine bağlayan uzun koridorlar, kuleler, mahzenler, koğuşlar ve köşkler tasarlayacaksın; kabul yerin ayrı olacak, yatma yerin ayrı; mahrem işlerinin her biri için küçük bir odan; kütüphanendeki rafların, bölmelerin, dolapların ve çekmecelerin sayısını, sırasını bileceksin; mahzenleri neyle, ne kadar dolduracağına sen karar vereceksin, ne kadar çok şey hatırlamak istiyorsan o kadar çok şey biriktirecek, o kadar büyük bir saray kuracak, o sarayı o kadar geniş bir bahçenin ortasına oturtacaksın.

Dört yüz yıl önce böyle diyordu İtalyan papaz Matteo Ricci. Çin’deki ilk Cizvit misyonunu kuran oydu; Konfüçyüs’ü Batı dillerine ilk kez çeviren de... Geçmişlerinden bugünlerine düz bir çizgi çekmekte zorlanan, hayallerini hatıralarından daha çok seven bulut hafızalı Doğululara bir Batılı gibi hatırlamayı öğretiyordu: Bir saray yapacaksın kendine ve hatırlamak istediğin her sözü, her yüzü, her bilgiyi, her ânı o sarayın bir köşesine yerleştireceksin. Hafızanın mimarisine sen karar vereceksin, hatıralarının düzenini sen kuracaksın. Kendi geçmişinin kâhyâsı olacaksın.


Sende ne kalırsa keskinleşiyor

James Spencer, 1984’te yayımlanan The Memory Palace of Matteo Ricci (Matteo Ricci’nin Hafıza Sarayı) kitabında, kısaca “loci yöntemi” olarak bilinen bu hatırlama tekniğini anlatır. Loci, yani locus’un çoğulu, yani yerler...

Hafızanın bir “yerler” bütünü olarak tasarlanmasına dayanır bu yöntem. Bir binayı ya da bir sokağı ya da eğer kendine güveniyorsan bütün bir kasabayı her köşesiyle ezberlersin önce; sonra da o köşelerin her birine bir şey yerleştirirsin. Zaman mekâna dönüşür böylece; o şeyi hatırlamak için geçmişe değil, onu bıraktığın yere dönersin.

Spencer’ın kitabını yıllar önce okuduğumda, hafıza sarayımın geniş avlularında bir sultan gibi kendimden emin dolaşma fikrini çok sevmiştim. Sonra büyüdüm ve hatıralarım çoğaldıkça, hayallerimi onlardan daha çok sevdiğime karar verip sarayıma eskisi kadar ihtimam göstermez oldum.

Geçenlerde, Tony Judt’ın sözlerini okurken yıllar sonra ilk kez Matteo Ricci’yi düşündüm yine: “Büyük kapıdan giriyorum, sola dönüyorum, bir oda var, duvarlarında raflar, ortada masalar. O odadaki her yüzeye bir fikir bırakıyorum. Oda tamamen dolunca çıkıp bir başka odaya yöneliyorum. Makalelerimi böyle kafamdaki evde gezinerek yazıyorum artık, konferanslarımı böyle planlıyorum.”

Judt, her hafta Amerikan akademik âleminden haberler veren The Chronicle of Higher Education gazetesinin son sayısında anlatıyordu bunları. Batılı sol entelektüel camianın en keskin kalemlerinden, ünlü bir polemikçi ve aykırı bir tarihçi olan Judt, “loci yöntemi”nin işe yaradığını altmış yaşından sonra keşfetmek zorunda kalmıştı:

“Diğer bütün yetilerini yitirip yegâne bir yetiyle yetinmek zorunda olduğunda, o yetinin nasıl keskinleşebileceğini teorik olarak biliyordum, tabii. Ama bunu yaşayarak görmek çok tuhaf oldu. Altmış bir yaşında bir adamım, zekâm elli bir yaşımdaki kadar taze değil ama akıl yürütme işini geçen yıl yaptığımdan çok daha iyi yapabiliyorum şimdi.”


İyi soruları sormaya devam

Tony Judt bir yıl önce hayatının zirvesindeydi.

1948’de Londra’nın Yahudi mahallelerinden birinde, Marksist bir anne babanın oğlu olarak doğan, daha sonra yolu İsrail ordusundan, Dünya Siyonist Hareketi’nden, Cambridge Üniversitesi’nden, Paris’teki Ecole Normale Superieure’den geçen Judt, önce İsrail devletine ve Siyonizme sırtını dönmüş, ardından Avrupa’yı terk edip Amerika’ya yerleşmiş, Fransız solu üzerine yazdığı eleştirel kitaplar büyük ses getirince de 1990’ların başında New York Üniversitesi’nde ders vermeye başlamış ve Amerika’da Avrupa tarihi ile Ortadoğu politikasına bugün hâlâ Marksist açıdan yaklaşan az sayıdaki saygın akademisyenden biri olmuştu.

Amerika’da yaşarken, tarihe ve politikaya meraklı her okur-yazar gibi ben de bilirdim Judt’un adını ve onu, teokratik rejime karşı çıkıp Araplarla Yahudilerin birlikte yaşayacağı tek devletli bir çözümde ısrar ettiği için “İsrail düşmanı bir hayalperest” ilan eden “öteki sol”culara pek de sempati duymadığımdan, Judt’un o gruptakilerle bitmek bilmez atışmalarını tarafgir bir ilgiyle takip ederdim...

Past Imperfect: French Intellectuals, 1944-1956 (Mişli Geçmiş –ya da mükemmel olmayan geçmiş: Fransız Entelektüelleri, 1944-1956) adlı kitabında, Jean Paul Sartre ve Simone de Beauvoir’ı “sürü mantığını terk edememiş naif ve lakayt komünistler” olarak eleştirmesinden de hoşlanmıştım doğrusu. Zira, Judt daha sonra bu kitabın devamını, Burden of Responsibility: Blum, Camus, Aron and the French Twentieth Century (Sorumluluğun Yükü: Blum, Camus, Aron ve Fransız Yirminci Yüzyılı) başlığıyla yazmış ve bu ikinci ciltte, anti-komünist ama gerçek anlamda bağımsız Fransız sol aydınlarının ilk gruptakilerden farkını, içimdeki iflah olmaz Marksistin son zincirlerini de koparmasına yardımcı olacak bir açıklıkla anlatmıştı.

Judt bugün de özetle, “Komünizm, çok iyi bazı sorulara verilmiş ziyadesiyle zaaflı bir cevaptı” diyor ve bu kötü cevabı bir kenara bırakırken, iyi soruları unutmamamız gerektiğini hatırlatıyor bize. “Ben iyi soruları yeniden masaya getirmek yanlısıyım ve hâlâ Marksist bir analizden yola çıkarak, küreselleşmeyi kavrayan bir sosyal demokrasinin mükemmel olmasa bile, çok iyi cevaplar sunabileceğini düşünüyorum.”

Judt’a geçen yıl, “siyasi yazıyı bir sanata dönüştürenlere verilen” Orwell Ödülü’nü getiren de buna benzer cümleleriydi işte. Keza, birkaç yıl önce de Postwar: A History of Europe Since 1945 (Savaş Sonrası: 1945’ten Bu Yana Avrupa Tarihi) kitabıyla Pulitzer’e aday gösterilmişti. 1939 ile 1945 arasındaki savaşta, 36 milyon 500 bin insanını yitiren Avrupa’nın yeniden ayağa kalkışını anlatıyordu bu kitap. Alman halkının yüzde 40’ının, Britanyalıların yüzde 30’unun, Fransızların yüzde 20’sinin yuvası dağılmış ama Eski Kıta yine değerleri, düzeni ve çareleriyle uluslararası bir model kurmayı başarmıştı. Judt’un dokuz yüz sayfasının özeti, unutuştu aslında; Avrupa’nın yeniden dirilişinin sırrını, “unutuşun bir hayat biçimine dönüştürülebilmesinde” görüyordu. Hızlı bir yüzleşmenin ardından, nefreti, düşmanlığı ve yıkımı unutabilmek üzerine kuruluyordu gelecek.


Gecelerden nefret eden adam

Dedim ya, Tony Judt bir yıl önce hayatının zirvesindeydi. Kitapları çok satıyor, yirmiyi aşkın dile çevriliyor, makaleleri fırtına koparıyor, yönettiği Remarque Enstitüsü Avrupa-Amerika ilişkileri üzerine çalışan en saygın kurumlardan biri sayılıyordu. Karısı, ünlü dans eleştirmeni Jennifer Homans’a âşıktı. Güzel bir evleri, iki sağlıklı çocukları, paraları ve ortak hayalleri vardı.

Sonra altmış bir yaşına bastığı gün hastalandı Tony Judt. Önce beli, sonra bacakları, ardından tüm gövdesi, sonra elleri, en son kolları, boynu ve nihayet ciğerleri hareket edemez oldu. Teşhis, Lou Gehrig hastalığıydı. Felcin yavaş yavaş tüm vücuduna yayılacağını öğrendi doktorlardan ve beş yıl içinde, her gün biraz daha ölerek öleceğini...

Judt, son bir yılda onu tekerlekli sandalyeye, solunum cihazına ve güçlükle çıkardığı sesini yükselten bir hoparlöre bağımlı kılan hastalığını yazıyor şimdi. The New York Review Of Books dergisi de bölümler halinde yayımlıyor bu anlatıları.

Son sayıdaki “Night” (Gece) başlıklı yazısı, hiç kıpırdayamayan Judt’un sonradan dikte ederek kâğıda dökülmesini sağlayacağı her bir fikri muhafaza etmek için nasıl iyi tasarlanmış bir hafıza sarayına ihtiyaç duyduğunu anlamamı sağladı benim. Ama galiba çok daha önemli bir şeyi de sezdim okurken; Judt’un unutmaya ne kadar muhtaç olduğunu kavradım. Kendisinde kalan tek yetisi olan aklı giderek keskinleşiyor, Judt ise aklını her daim bilemek değil, bazen de dinlendirebilmek istiyordu. Gecelerden nefret etmesi bundandı. Geceleri, ev halkı uykuya daldığında, sırtındaki bir noktayı kaşıma fikri, karısıyla sevişme fikri, odasının aralık duran perdelerini sıkıca örtme fikri ve bu fikirlerin hiçbirini eyleme dönüştüremeyeceğinin bilinci rahat bırakmıyordu onu. Kendini bir ölü gibi hissetmemesinin tek yolu bedenini unutmak, unutuşu bir hayat biçimine dönüştürebilmekti. Bunun için, hafıza sarayını yıkması gerektiğini de biliyordu aslında. Ama yapamıyordu; sarayına birtürlü kıyamıyordu.
Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —